29 Aralık 2006 Cuma

MOBLOG

Her ne kadar Herbert bayram ve yilbasi nedeniyle blogdan ayri kalacagimizi soylese de belki moblog (mobil blog) yapabiliriz.



Bu ilk deneme.

Kamuoyuna Duyurulur

Yazarlarımızdan Horatio ve Herbert Bayram izinlerini kullanacakları için bir müddet bloga müdahil olamayacaklardır. İnfiale yer verilmemesi, aşırı hasret durumlarında eski yazıların okunarak hasret giderilmesi yerinde olacaktır.

Saygılarımızla.

27 Aralık 2006 Çarşamba

Passenger 8A

Okuduğum kitapta kaldığım yeri hatırlamak amacıya çoğu insan gibi ben de ayraç kullanırdım..Sonradan üzerine ufak notlar almamı sağlayan küçük kağıtlara döndüm..Şu aralar ise bu amaçla, geçtiğimiz yaz ayındaki bir iç hat seferine ait uçuş kartını kullanıyorum..11 Eylül 2006 tarihindeki Milas-Ankara uçuşunun İstanbul-Ankara aktarmasının 8A numaralı yolcusuydum..2 haftalık Milas görevinin sonunda karmakarışık bir duygu içerisinde Ankara'ya yaz izni için döndüğümü hatırlıyorum..İzin için Milas'tan Ankara'ya dönmek de bir ironi olsa gerek..

O günün herhangi bir önemi yoktu aslında benim için..Niye bu kartı saklıyorum bilmiyorum..eskiye ait şeyleri biriktirme huyum da yoktur aslında..ilk uçuşum da değildi..üzerinde aldığım bir not veya hayranı olduğum birisinin imzası da yok.. TK 160 numaralı o uçuşta hayatımın kadınıyla da tanışmadığıma göre nedir bu kartın gizemi?
Kitabı bitirip şu karttan kurtulsam iyi olucak..

Taksi

Yeni taşındığım mahallenin durağından taksi çağırdım. Burası biraz karışık, birbirini dik kesen veya birbirine paralel olan en az yirmi sokak var küçücük yerde. Ama durağın taksicileri avuçlarının içi gibi biliyorlar: sokağı ve kapı numarasını söyle, iki dakikada buradalar. Ben de öyle yaptım. Ancak bir türlü gelmedi taksi. 6-7 dakika sonra tesadüfen geçiyormuş gibi görünen bir taksici durdu ve bana kendi adresimi sordu. Meğerse durakta taksi yokmuş, yoldan geçen birini çevirmişler. Adamcağız da bulamamış. Gerçi iyi tarif etmişler, "eczanenin sokağından çık, sağdan 5.sokak" diye ama yine de bulamamış. Bayağı dolanmış olmalı ki, taksimetre 3 lirayı geçmişti. Neyse, çaresiz bindim. Tüm İstanbul taksicileri gibi bu arkadaş da hemen benimle konuşmaya başladı. Hiç de havamda değilim, üstelik taksici konuşulacak bir adama da benzemiyor. Aç parantez. Yıllar önce Kanal D'de bir taksi programı vardı, Güven Kıraç taksi şoförüydü. İnsanları taksisine alıp konuştururdu. Ben hiç bir zaman programın gerçek olduğuna inanmadım, aman canım haberleri var, bilerek konuşuyorlar, insan hiç taksiciyle kırk yıllık arkadaşıymış gibi sohbet eder mi derdim. Sonra İstanbul'a gelince öğrendim ki taksicilerle konuşuluyormuş gerçekten. Kapa parantez. Herif evirdi çevirdi, konuyu bizim mahalledeki kiralara getirdi. Kaç para kira veriyorsun dedi patavatsız bir şekilde. Ben de yalan söyleyerek burası bizim bir akrabanın evi kira vermeden oturuyorum dedim. Sonra memleket nere, sonra ne iş yapıyorsun. Herif bir güzel sorguya başladı. Ya tamam taksicilerle konuşalım, ama sanane kardeşim ne iş yapıyorum, kaç para kira veriyorum. Birisi de uzun muhabbetten sonra maaşımı sormuştu. Ben de 1000 lira demiştim. Eleman yol boyunca iyi alıyomuşsun diye söylenip durdu, sonra da para üstünün bozukluk kısmını vermeye tenezzül etmedi.
Aslında bu yazıya fotoğraf koymayacaktım ama bunu flickr'dan buldum, çok beğendim.
[Genelleme yapmak doğru değil tamam, ama %98,989898 oranında] İstanbul taksilerinde sürekli tetikte olmalısın, çünkü boş bulunduğu anda daha uzun bir yola sapabilir şoför. Bir gözün sürekli yolda olmalı. Bazıları da bilgi sınavı yapar, nereden gidelim aaaaabi, şuradan mı yoksa buradan mı, eğer yolu bilmiyorsan sakın bilmiyorum deme o zaman Baltalimanı'ndan 4.Levent'e Beşiktaş üzerinden gidebilirsin. Bak, aklıma ne geldi, 26 Temmuz 2003 sabahı Mr.TGM, Berk ve ben taksiyle giderken, taksici üst yoldan mı alt yoldan mı diye sormuştu, Berk yolu hiç bilmediği halde tereddüt etmeden alt yol demişti. Sonradan öğrendik ki alt yoldan gitmekle yolu uzatmışız. Başka bir tür de orada trafik vardır aaabi ben daha kısa bir yol biliyorum diyenler. Benim tavsiyem trafik olsa bile bildiğin yoldan gitmen (I did it my way).

Park yeri ve zen

Her akşam Beşiktaş'ın dar sokaklarında park yeri ararken çıldırıp kendimi dağlara taşlara vurmamak için sıkıntıyı zihnimde yeniyor, uçsuz bucaksız zen çayırlarına park edip eve kuşlar gibi hafif gidiyorum. Tabi bu arada Seinfeld'in "The Parking Space" bölümündeki şu kısım aklıma geliyor ve gülüyorum kendi kendime:

(Elaine ve George park yeri aramaktadır, George ısrarla sokakta park yeri bulmak için geliştirdiği sistemi anlatmaktadır)


Elaine: Oh come on, George, please put it in a garage. I don't want to spend an hour looking for a space.

George: I can't park in a garage.

Elaine: Why?

George: I don't know, I just can't. Nobody in my family can pay for parking, it's a sickness. My father never paid for parking; my mother, my brother, nobody. We can't do it.

Elaine: I'll pay for it.

George: You don't understand. A garage. I can't even pull in there. It's like going to a prostitute. Why should I pay, when if I apply myself, maybe I could get it for free?


26 Aralık 2006 Salı

You Can't Go Home Again


Araştırdım, Thomas Wolfe'nin sözüymüş bu. Gerçi o Amerika'daki büyük buhran dönemi için yazmış ama benim şu aralar yaşadıklarımı da güzel özetliyor.

Aslında son 3 yıldır ev kavramı gittikçe bulanıklaşmaya başladı, otel odası daha tanıdık geliyor ama bu haftasonu anladım ki evden ayrılmak fiziken değil zihnen yapılan bir işmiş. Dediğim gibi 3 yıldır ev sadece haftasonları veya tatilde, artık hangi şehirdeysem kaçıp gittiğim bir yerdi. Yatak benim yatağımdı, kumandanın sarıldığı jelatin benimdi, tuvaletteki sabun da. Ama bu son gidişimde tuvaletteki sabunun rengi başkaydı, başka bir marka yağ alınmıştı. Aynı olanlar da aynı değildi. Çünkü ben artık başka bir yere evim dedim ve 3 yıldır "orda bir ev var uzakta" olan ev artık benim için "ziyaret"e gidilecek bir yer.

İnsan gerçekten de evine dönemiyor, adım attıktan sonra geri çekemiyor. Mevzu mesafe değil değişim. Yanlış anlaşılmasın bu heyecan verici bir duygu. Ama eskinin başka bir sıcaklığı var, o çekilince insan biraz üşüyor..

25 Aralık 2006 Pazartesi

Cuma gecesinden

Cuma gecesi Horatio ile takılmayanlar çok şey kaçırmış oldu.

PASTA PIZZA BAR

Gece, saat dokuz buçukta Bağdat Caddesinde yeni açılan Vapiano restoranında başladı. Vapiano, ilginç konsepti olan güzel bir yeme içme mekanı. İlginçlik kapıdan içeri girerken başlıyor. Kapıdaki görevliler elinize kredi kartına benzer birer kart tutuşturuyorlar. Bu karta siparişlerinizi yükletiyorsunuz, çıkışta da ödemenizi kasaya yapıyorsunuz. Böylece masaya hesap getirme derdi olmuyor, hem de halk arasında Alman usülü olarak bilinen usül gerçekleştirilerek herkes kendi hesabını ödemiş oluyor. Vapiano İtalyan mutfağından yiyecekler sunsa da aslında Almanya merkezli bir zincir. Bu da bu kart meselesini açıklıyor. Kartlarınızı aldıktan sonra mutfağa yöneliyorsunuz.

Vapiano self-servis ve açık mutfak olarak çalışıyor. Siparişinizi mutfakta çalışan aşçılara bizzat veriyorsunuz ve yemeğinizi hazırlanırken müdahale edebiliyorsunuz. İsterseniz yemeğinize minik saksılar içinde yetişen fesleğen ve kekiklerden ekleme yapabiliyorsunuz. Vapiano’yu farklı kılan bir diğer özellik ise makarnaların mutfağın arkasındaki imalathanede taze olarak üretilmesi. Bu aynı zamanda makarnanın pişme süresini de kısaltıyor. (Aynı zamanda da burası manifaturacı mı şeklinde iğrenç esprilere de neden oluyor, çünkü imalathanenin camında Pasta Manifattura yazıyor.)

Restoranda spaghetti, penne, fusili, ravioli, tagliatelle gibi –bildiğimiz- şekillerde makarnaların yanında conchiglie, campanelle gibi duymadıklarımız da var. Ben nane limonlu campanelle sipariş ettim. Campanelle için, iç içe geçmiş huni şeklinde makarna diyebiliriz. Fotoğrafta makarnamın hazırlanışını görüyorsunuz.


Son derece zengin bir şarap menüsü olan Vapiano’da tüm şarapları kadeh olarak alma imkanı da var. Ben DLC Sultaniye içtim. Nane limonlu makarnayla pek de uydu açıkçası. Vapiano'da ahşap masalar ve taburelerden kırmızı deri koltuklara kadar herkesin kendini rahat hissedebileceği köşeler var. Biz ahşap masa ve tabureyi tercih ettik.


MAVİ MAVİ MASMAVİ

Yemekten sonra gecenin ikinci durağı Shaft Blues & Jazz Club. Avrupa Yakasında taşındığımdan beri dinlemeye fırsat bulamadığım Bluesaint grubunu dinlemeye gittik. Bluesaint, isminden de anlaşılacağı gibi blues çalan bir grup. Piano, saksafon, trompet, elektrik gitar, armonika, bas ve davuldan oluşan geniş bir enstrüman çeşitliliğine sahip. İstanbul’a taşındığımdan beri bu grup cumaları Shaft’ta sahne alıyor.

Saat 22:45 ve müzik başlamamış, zaten içerde pek kimse de yok. Yaklaşık on beş dakika sonra muhteşem bir slow blues şarkısıyla başlangıcı yaptık. Grup henüz ısınmaya başlamadı bile. 3-4 tane daha slow bluesdan sonra “Mary Had a Little Lamb” ile tempoyu artırdık. “Vodoo Music”, “Mustang Sally”, “Watch Yourself” gibi hızlı şarkılardan sonra grup ara verdi. Bu arada mekan da iyice kalabalıklaştı. Bluesaint’in dönüşü yine bir slow blues şarkısı olan B.B. King klasiği “How Blue Can You Get” ile oldu. “Sweet Home Alabama”, “Hoochie Coochie Man” ile ortamı iyice canlandıran grup “Johnny B. Goode” ile zirveye çıktı.


Bluesaint, geçtiğimiz hafta yaşamını yitiren Ahmet Ertegün’ü de unutmayarak, Ertegün’ün yazdığı Ray Charles’ın söylediği “Mess Around”u çaldı. Her ne kadar yaptığım iki istek olan “Thrill is Gone” ve “Sweet Home Chicago”yu bu sefer çalmasalar da gece inanılmaz bir ruhsal doyumla geçmiş oldu. Kulaklarımın pası silindi derler ya işte bu grup için söylemiş olmalılar.

24 Aralık 2006 Pazar

Pazar ve ertesi

Pazar günlerini oldum olası sevemedim..Özellikle pazar öğleden sonraları başlayan ve pazartesi sabahının o bunalım uyanma vakitlerine kadar devam eden hissiyatı bünyemde muhafaza edeli 15 yıl olmuştur herhalde..Pazartesi günü insanın içini kaplayan o sendrom dedikleri şeyin esasen Pazar gününden kaldığını düşünürüm hep..Havanın erken kararmasıyla birlikte haftasonunun biteceği psikolojisine düşmek ve hep yarınki işgününü hayal ederek uyku vaktini beklemek..O gün arkadaşlarınla eğlensen, keyifli bir şeyler de yapsan nedensen aklın hep yarın giyilecek okul-iş kıyafetlerinde,sakal traşında veya sabahın soğuğunda çıkılacak yolda olur..Bunlara ilaveten pazar günleri yapılan ev ödevleri..Neyse koca adam olduk da artık onlardan kurtulduk..

Keşke pazartesileri kapalı olan bir müzenin müdürü olsaydım..

21 Aralık 2006 Perşembe

21 Aralık ve Kış ve Kuş



Sabah kalktığımda hava hala zifiri karanlıktı. Öyle çok erken bi saat falan değil 7 buçukta kalktım ama o karanlıkta uyanamadım tabi. İnsanın yataktan çıkası gelmiyor cidden. Biraz daha ışık gelsin diye perdeyi açtım ki bizim camın önü manyas kuş cenneti olmuş, 300 tane falan martı var (istanbulda 7 değişik martı çeşidi varmış, bunu da belirteyim netekim). Ben bi yandan afyonumu patlatmaya çalışırken (o lafın hikayesini de anlatayım bilahare) bi yandan bu martılar niye bana bakıyo, cam ne kadar kalın acaba sorularıyla cebelleşip Hitchcock u andım bi yandan da (kendisi o filmin sloganı olan "The Birds is Coming" deki is'i sırf dilbilgisi meraklılarını germek için kullanmış, helal diyorum). Neyse lafı şuraya bağlamak istiyorum yılın bu en kısa gününde kış mevsiminin tiksinçliğini bi kere daha hatırlamış oldum. Yani sabah kalkıyosun hava karanlık, lahana gibi 40 kat giyiniyosun yine üşüyosun, yağmur çamur, akşam işten çık hava yine karanlık, evde kombiyle uğraş, bi yere giderken kırk kere düşün yağmur var trafik nasıldır, onu giysem soğuk mu olur bunu giysem kalın mı olur. İşkence gibi yahu. Yani kim sever bu kışı, mazoşist değilse niye sever çok merak ettiğim bi mevzu. Sözlerimi şu şekilde noktalıyorum, kahrolsun kış, yaşasın 21 Haziran, yaşasın global ısınma.

20 Aralık 2006 Çarşamba

Master of my domain

Blog yapıp da Seinfeld'i anmamak olmaz. İşte en sevdiğim Seinfeld sözlerinden bazıları:

My name is George, I am unemployed and I live with my parents. George

Fake, fake, fake, fake! Elaine

Not that there's anything wrong with that! Jerry

These pretzels are making me thirsty. Kramer

Take the K-man. Jerry

I'll tell you what... Jerry

I am back baby, i am back! George

My boys can swim! George

A guy who's about five foot eleven, he's got uh, a big head and flared nostrils. Kramer, Jerry için

Like, a horse face, big teeth, and a pointed nose. George, Jerry için

A pretty woman, you know, kinda short, big wall of hair, face like a frying pan. George, Elaine için

Have you seen a tall, lanky dufus with a bird face and hair like the bride of Frankenstein? Elaine Kramer için

I always get the feeling that when lesbians look at me, they're thinking, 'That's why I'm not a heterosexual. George

18 Aralık 2006 Pazartesi

Mad World

Herşey güzel giderken aniden fren yaptıran, bi dakika yahu dedirten bi şarkı bu. Ben de pek çok kişi gibi Donnie Darkonun sonunda Gary Jules dan duydum ilk. Dün müzik listesini karıştırırken denk geldi, bütün öğleden sonra salak aşıklar gibi boş boş camdan baktım bunu dinleyerek. Aşık olmak lazım.

17 Aralık 2006 Pazar

"Free" Jazz

Cumartesi akşamı işten 5 gibi çıktım..Zaten verimli bir çalışma olmamıştı..Haftasonu ne kadar verimli olabilirdi ki zaten??Bir program yapmadığım için Tunalı'ya doğru yürürken her zaman olduğu gibi Çağdaş Sanatlar Merkezi'ne bir uğrayalım dedik..(tek başıma değilim merak etmeyin) O da ne??Bir konser haberi..Hem de saat 8'de..daha 2 saat var..Timucin Sahin ve grubuna Randy Brecker'ın eşlik ediceği yazılmış..Cazla haşır neşir olmama rağmen Timucin Şahin ismini ne yalan söyliyim ilk kez duyuyorum..Konser kitapçığında bahsedildiğine göre yurtdışından olumlu eleştiriler almış birisiymiş..Neyse beni konsere çeken Randy Brecker oldu..Biraderi Michael Brecker ile birlikte caz dünyasında mühim bir yer edinmiş olan bu kişiliği canlı seyretmek her zaman ele geçebilecek bir fırsat değildi..Hem de Ankarada,hem de son derece tesadüfi bir şekilde..Konser saatine yakın salona tekrar geldiğimizde yaşadığım ilk şok bilet kalmadığından bahsetmeleri oldu..Ankara'nın free jazz meraklısı bu kadar insanı barındırdığını düşünmedim açıkçası..Film festivallerinden kalma alışkanlıkla son dakikaya kadar salonun kapısında bekledik..ve sonra en arkada sandalyelerde yer bulduk..hem de para da ödemeden.. (zaten 10 ytl imiş bilet fiyatı)..
Konser gerçekten inanılmazdı..Brecker'ın doğaçlamaları, Timuçin Şahin'in elektronik müzikle cazı harmanlayan farklı soundu, diğer grup üyeleri basçı Kai Eckhardt (takip edilesi) ve davulcu Sean Rickman'ın müthiş performansları..Konser bittiğinde saat 11 olmuştu..yarım saat arayı çıkarsak bile yine de yeterince uzun ve tatmin edici bir performans..Üstelik üstüne arada ikram edilen kahve..Ankara'yı bu yüzden seviyorum..

16 Aralık 2006 Cumartesi

Yiğit Özgür


He he he...

Hele bir de aylardan Aralık ise bambaşka

Yaz iznimi daha önce belirlediğim tarihte kullanamayıp Eylül ayına ertelemek durumuna kalınca alternatif planlar kurmaya başlamıştım..Dragoman-Turkey ile o zaman tanıştım.. Bir dönem gençliğinin favori kitabı olan Il Deserto dei Tartari yani bilinen adıyla Tatar Çölünün baş karakteri Giovanni Drogo ile bir alakası var mı bilmiyorum..Ama benim gibi hayatı gittikçe "drogolaşan" bir adam için böylesi alternatif seçenekler bulmak mutluluk verici..Gerçi o dönem bir türlü kendime uygun bir program bulup organizasyonlarına iştirak edemedim. .Ama önümüz yılbaşı-bayram..Havalar soğudu,kış geldi ama olsun..Antalya-Kaş taraflarında kışın da bir tadı olduğunu düşünürüm..O yüzden birden aklıma gitmek geldi..

Dragomande sea kayaktan(deniz kanosu) dalış merkezine, doğa sporlarından alternatif kamplara kadar pek çok seçenek mevcut..Yılbaşı için ben 5 günlük kamplı kıyı yürüyüşü programını düşünüyorum..Bir aksilik çıkmaz da gidersem dönüşte izlenimlerimi de yazarım..

15 Aralık 2006 Cuma

Mama... Wagamama

Sonunda meşhuuur Wagamama'ya gittim. Aklımda kalanlar: pek de lezzetli olmayan bir noodle, servis kağıdının üzerine karalamalar yapan garson, ebi-soba-yakı gibi acayip sözcükleri barındıran menü oldu.

Okul kantinini andıran, diğer müşterilerle dipdibe oturduğunuz uzun masalar ve sandalye niyetine konan tabureler çok rahatsız. İnsan ister istemez bu konseptin müşterilerin bir an önce kalkıp gitmesi ve yeni müşterilere yer açılması için tasarlandığını düşünüyor. Uzun masada size ayrılan alan sadece tabağınızı koymaya yetiyor, bu yüzden telefon, cüzdan gibi eşyalarınızı masanın altındaki özel bölmeye bırakıyorsunuz. Sandalye yerine tabureye oturduğunuz için de ceketinizi mecburen duvardaki çivilere asıyorsunuz. Noodle'ları yerken bir gözünüz de duvarda bu nedenle.

Wagamama'nın sigara içilen alanı yok. Bu benim için gayet uygun olsa da yanınızdaki kişi sigara içiyorsa tatsız oluyor.

Kalın noodle'lar ilgimizi çekiyor ve iki farklı çeşitte kalın noodle sipariş ediyoruz. Garson sipariş numaralarını önümüzdeki servis kağıtlarına karalıyor. Hızlı bir şekilde yemeklerimiz geliyor, içecek olarak "mistik limon ve elma suyu"nu öneriyor garson ama bildiğimizden şaşmayıp birer Efes söylüyoruz. Pek beğenmedim ben kalın noodle'ı. Neyse ki içinde tavuk, karides ve bilimum sebze çeşidi vardı ki yiyebildim.

Yemeklerimizi bitirince garson kurnazca tatlı olarak ne istediğimizi sordu, dikkat edin lütfen, tatlı alıp almayacağımızı değil. Bu tavır üzerine tatlıyı başka bir yerde yemeye karar verdik.

Peki, Wagamama'ya tekrar gidecek miyim? Kesinlikle!!! Verdikleri bedava tatlı kuponunu harcamak için.

Gölgelerin Gücü Adına


En kötü günümüz böyle olsun

4 atlı bugün çocuklar gibi şendik

içim kıpır kıpır, yanaklarımda heyecandan bebeksi bi pembelik, blogger olduk :P
yalan aslında hep atar tutarım blogger lar hakkında, bana ne senin sıkıcı hayatından diye, ama yazalım bakalım, yazıcak mevzular geliyo aklıma istanbul olsun prag olsun ama sonra. öpüyorum candan

14 Aralık 2006 Perşembe

En Zor Kısmı Başlıktır

Yine bir kaynaşma,yine bir hoşca vakit geçirme etkinliği ile birlikteyiz işte..Blog işinin tadını daha önceden kapmış biri olarak gençlere öncü olduysak ne mutlu bize..Öte yandan üretkenliğim ve yazdıklarımın niteliği tartışılır..Olsun maksat hayatımızın bize kalan şu 4-5 saatini eğlenceli kılmak değil mi??
Umarım bu ortak platform daha büyük işler için de bir başlangıç olur..Bugünlük bu kadar..

Mr. TGM

Başlangıç

Hocam dersi blog yapalım yayın hayatına başlıyor. Yazarlar arasında kimler yok ki...

Örneğin Mr.TGM. Kendisi blog sevgisini genç dimağlara aşılayan öncü bir kişiliktir.
Örneğin Jared Diamond. Evrim biyolojisi konusundaki yazılarıyla bizi aydınlatacak.
Bir diğer yazarımız Bridget Jones. Karşısına çıkan uçakları anlatacak.

Hadi başlıyoruz...