31 Mayıs 2007 Perşembe

80leri seviyorum

Şirketimizin Genel Müdürü benden "İçinde Alphaville'in filan olduğu bir CD olsa ne güzel olur" şeklinde bir 80ler CDsi isteyince hemen kolları sıvadım ve CDyi hazırlamaya başladım. İşte şarkılar:
1-Big In Japan - Alphaville (1984)
Açılışı tam 80lere yakışan bir şarkıyla yapmak gerek. Bu şarkının giriş notalarını duyunca 80ler çalıyor demeyen bloga mum diksin. Şarkının sözlerini okusam da anlamıyorum, o ayrı. Nedir big in japan?
2-Take On Me - A-ha (1985)
Big In Japan'dan sonra benzer melodilere sahip bu eserle devam edelim. Southpark'ın bir bölümünde de vardı galiba.
3-Enjoy The Silence - Depeche Mode (1990)
Biraz silkinip kendimize geliyoruz. Wikipedia'dan baktım, ETS Şubat 90da piyasaya çıkmış. Eh, 80ler sayılır. Zaten melodiye, enstrümanlara bakınca direk 80ler zaten. DMyi geçen sene canlı dinlemek nasip oldu ya, oh beee. Bu arada ETSyi ilk TRTnin bir spor programının jeneriği olarak duymuştum galiba. Mr.TGM hala bu blogu okuyorsa bizi aydınlatabilir.
4-Eye Of The Tiger - Survivor (1982)
5-Keep Me Hanging On - Kim Wilde (1987)
6-Stop! - Sam Brown (1988)
Listemizin ilk slow hiti "ooooo yuuuu beeedıııır sıtaaaap, bifoooorr". Bunun acayip bir klibi vardı, böyle kocaman kocaman Silenta boruların arasında görünüyordu Sam Brown. Yanlış mı hatırlıyorum? Yetiş YouTube!
7-Take My Breath Away - Berlin (1986)
İkinci slow (slow=bayıcı) şarkımız. Yoksa o klip buna mı aitti?
8-Billie Jean - Michael Jackson (1983)
MJ abinin onca şarkısı arasından 1.liği bilicine verdim. Bu arada şarkı sözleri MJ'nin Billie Jean'den gayrimeşru çocuğu olduğunu filan anlatıyor.
9-Tainted Love - Soft Cell (1981)
Aslında bu şarkının ilk çıkışı 1960lara dayanıyormuş. Soft Cell, 81de cover yaparak hit etmiş. 2001de Marilyn Manson'dan da dinledik şarkıyı.
10-Stayin' Alive - Bee Gees (1977)
Bakın ben bu şarkıyı seksenler zannediyordum, yetmişlermiş. Üç tane herifin bu ses tonuyla nasıl şarkı söylediğine hep şaşırmışımdır. Gerçi sonra Scissor Sisters ve Mika da benzer tonlarda kendi şarkılarını söyledi.
11-Sounds Like A Melody - Alphaville (1984)
Kapanışı yine bir Alphaville şarkısıyla yapıyoruz. Ne de olsa patron Alphaville olan bir CD istemişti, torpil yapabiliriz Alphaville'e.
80lere emeği geçen ancak listeye dahil edemediğim diğer gruplara da selam olsun.

30 Mayıs 2007 Çarşamba

Beşiktaş Pazarı Geri Döndü..


7 aydır kapalı kalan Beşiktaş pazarı sonunda yeniden açıldı. Aslında sebze meyve satılan pazar hep faaliyetteydi. Üstte gördüğünüz resim o pazarın çatısını gösteriyor. Zaten 7 aydır bağırsaklarım düğüm düğüm olmadan hayatta kalabiliyorsam bunu cumartesi pazarına borçluyum. Önünden geçerken annemin görüntüsü sağ omzumun üstünde belirir "elma aaaalll, sebze aaaaalll, vitaamiiiinn" diye inler, ben de hayırlı bir evlat olarak nebati yüklenir çıkardım .

Fakat pazarın bir de 2. boyutu vardı: kıyafet pazarı. Hani şu sosyetik kadınları çekirge sürüsü gibi tezgahlara saldırıp kıtlıktan çıkmışçasına, seri sonu ve ihracat fazlası orgysi yaşadığı mekanlardan. Sorun şu ki o pazar, pazar yerinde değil, hemen yanındaki bizim sokakta kurulurdu. Böylece sokak sadece trafiğe kapanmaz, nefes alma, yürüyebilme ve evine
ulaşabilme gibi temel insanı ihtiyaçlar açısından da sıkı yönetim ilan edilirdi. Sokakta ilerlemek aynen eski platform oyunu captain claw gibiydi. İnsan yiyen t-shirt satıcılarından oluşan ilk stage ile başlayan oyun uzayda gelen ikizlere takke isimli son bölümde "bunun en büyük boyu yok muu" diye bağıran patronu yenince sonuçlanıyordu. Bazen bu da yetmezdi çünkü tam apartmana vardım diye sevinirken, girişte bi teyzenin gelinin tuttuğu çarşafın arkasında etek denediğini ve evinize girmek istediğiniz için sizi bi güzel harpazladığını görebilirdiniz. İlk gördüğümde bu manzara bana Ankaradaki Alp Billuriyeyi hatırlamıştı (billuriye ne komik kelime, heheheheheh). Masum bi çocukken başıma geleceklerden habersiz annemin elinden tutup girdiğim bu kesme cam bardak ve çelik çaydanlık mekanı, dimağımda onulmaz yaralar açmıştı. İçeriye girince yüzünüze çarpan östrojen seliyle birlikte kendinizi ev kadınlarından oluşan bir akıntının içinde buluyorsunuz. Sağ taraftan gelen "sürahilerde yarım saat boyunca %30 indirim" anonsuyla birlikte bendini çiğneyip o yöne doğru taşan akıntıya karşı koyamayan bünye, bi süre sonra sol taraftan gelen ve çelik tencerelerdeki indirimi muştulayan anonsla bu defa hoyratça o tarafa savrulurdu. Hala bazen geceleri ter içinde "çatal kaşık takımlarında damping" diye çığlık atarak uyanırım.

Neyse lafı sündürmeyelim, Beşiktaş pazarının bu ikinci kısmı Kasım ayında malum sebeplerden kapatılmıştı. Esnaf
"Pazarlar ekmeğimiz, başkan istifa" diye protesto etse de biz sokak halkı olayı fener alaylarıyla kutlamıştık.

İşte Belediye Başkanı istifa etmek yerine olaya makul ve başarılı bir çözüm bulmuş. Sebze meyve pazarının üst katını düzenleyip sosyete pazarı esnafına tahsis etmiş. Geçtiğimiz cumartesi pazar açıldı işte ilk görüntüler:



Bu da akşam kadınlar çekildikten sonraki hali:



Bendeniz de canımı dişime takıp siz güzide blog okuyucularımız için şöyle bi geçtim pazarın içinden. Eskisinden eser yok, insan yürüyebiliyor bir kere. İçerik açısından soruyorsanız her türlü kadınsal tekstil mamülü gözüme çarptı ama kalite vs. açısından bişey söyleyemiyorum tabi. Benim ilgimi çeken akvaryum için balık ve su kaplumbağası satan bir tezgah oldu. Hele kaplumbağalardan biri (üniversitedeki bir hocama benziyordu) tam beni al dedi. Ama ben şehir dışına çıkıyorum, kuzenim de olayı "ölür" şeklinde kati bir dille reddetti. Neyse kaplumbağalar uzun yaşarmış, bekle canım dönücem..

28 Mayıs 2007 Pazartesi

hipput tupput täppyt äppyt

Mr.TGM'nin bir zamanlar bize tanıttığı Levan's Polka'yı bizim reklamcılar ciddi biçimde aşırmış. Hani etkilenme, esinlenme filan diyeceğim ama içim razı olmuyor. İşte Levan's Polka taklidi bir fon müziğiyle Çağla Kubat'lı Filli Boya reklamı.


Bu arada daha iyi bir esinlenme için buyrun :D
Sean Paul - Temperature



Bizim Sean Paul

26 Mayıs 2007 Cumartesi

Şarkı sözleri için

Bu adresten indirebileceğiniz MiniLyrics adlı mini program bilgisayaranızda çalan şarkının sözlerini Internetten indirerek ekranınıza getiriyor.
WMP için MiniLyrics
Windows Media Player, Winamp, i-tunes vb. müzik çalar programlar ile uyumlu olan MiniLyrics şarkı sözlerini sanki bir karaoke bardaymış gibi senkronize olarak gösteriyor. MiniLyrics, kullanıcıların veritabanına yüklediği senkronize sözleri şarkı başladıktan 1-2 saniye içinde buluyor ve ufak penceresinde gösteriyor. Özellikle benim gibi şarkı sözlerini anlamayanlar için çok eğlenceli ve öğretici bir program. Bu arada MiniLyrics veritabanı o kadar iyi ki aşağıdaki şarkının sözlerini bile bulabiliyor.

24 Mayıs 2007 Perşembe

Lost oldum Lost

Az önce lostun 3. sezon finalini seyrettim, yani bir büyük içmiş kadar oldum. Kafam karman çorman, nereye gitti bana çarpan kamyon..

Hakikaten ayıp ama insanın kafasıyla oynanmaz bu kadar, çok rica edicem. Bir ara çocukken bizim eve Dallas seyretmeye gelen bir komşumuz geldi aklıma. O da dizlerini döve döve "boynun altında kalsın JR gibi senin" veya "bobby ağzını açta iki çift laf et sue allen'a" diyerek izlerdi diziyi. Ben de aynen öyle oldum. Kedi gibi olduk vallahi adamlar önümüze bir yumak atıyor, tam onu biraz çözer gibi olurken üstümüze ören bayan fabrikasını yıkıyorlar.

Neyse efendim sözlerimi şöyle bitirmek isterim: Jack sen bizim her şeyimizsin


Aslında Kate'e de bir araba şey söylemek isterim ama boğum boğum oluyor boğazım söyleyemiyorum. O zaman bu şarkı Kate için gelsin:




Spor

Oldum olası hiç düzenli spor yapmadım. Hele herhangi bir takım sporuyla hiç ilişkim olmadı. Çocukken mahallede oynana futbol maçları hariç. Onlarda da boydan dolayı arkadaşlar kaleci olacağımı söylerlerdi, bense kale direği olarak görev yapardım. Tesadüfen üstüme başıma top çarparsa geri dönerdi, bizim çocuklar sevinirdi. Ortaokulda beden eğitimi öğretmenim beni okulun basketbol takımına seçmişti, sonra o da bendeki kabiliyeti farkedip beni takım dışında tutmaya karar verdi. Daha sonra ne lisede ne üniversitede başka bir girişimim olmadı.
Takım sporlarını bırakın yapmayı takip bile edemiyorum. İnanılmaz sıkıcı geliyor bana. Bir ara 12 Dev Adam'ın gazına gelip "u-a deva daaaam, ooo niki deva daaaam" diye çırpındık ama kısa süreli oldu. Basketbol hadi neyse ama futbolda dakikalarca top oradan oraya gidip geliyor, zevkli olan ne anlamıyorum. Ama bu kadar adam bu tarz sporları yapıp, bu kadar da taraftar toplandığına göre durum "it's not you, it's me" olmalı.
Bireysel olarak spor salonlarına üye olup düzenli gitmeyi alışkanlık haline getirmeye çalıştım. Ama olmadı. Her seferinde umutla başlıyorum, birkaç hafta hevesle gidiyorum, sonra "ee bugün de oturayım DVD seyrediyorum" diyorum. Ama tek başına koşmak ya da ağırlık çalışmak da çok sıkıcı yaaa.
Bu kez farklı bir durum var, ben de kendime inanamıyorum. Geçen şubatta üye olduğum spor salonuna hala düzenli gidiyorum. Haftada 2'den az gidersem kendimi kötü hissediyorum. Bunda bayıldığım paraların da etkisi var tabii. Diğer taraftan spor yapmak insanı daha mutlu yapıyor(muş, niye daha önce söylemediniz kardeşim). Bedendeki olumsuz elektriği boşaltıyor. Hem dolaşım sistemine hem de solunum sistemine çok yararlı. Ancak yediklerime dikkat etmezsem göbeğe pek bir etkisi olmuyor.
Aşağıdaki fotoğrafı spor salonunda arkadaşlarla çektirdik. Sarı mayolu benim, sağ baştaki Herbert.

18 Mayıs 2007 Cuma

16 Mayıs 2007 Çarşamba

Mutlu Yıllar Herb!

Bay Herbert'in bugün doğum günü. İyi ki doğdunuz Bay Herbert!

15 Mayıs 2007 Salı

Lucky Manuelo!

Dün yine toplantı ve kokteyl başlığı altında bir toplu işkence seansını daha atlattık. Bunların tek iyi yanı normalde sadece mailleşerek görüştüğün arkadaşları görebilmek. Ben de bu sayede ne zamandan sonra TGM yi görmüş oldum. Hoş beş derken gecenin sonunda çıkabilirsin borusuyla birlikte hepimiz alah alah nidalarıyla asansöre aktık, bendimizi çiğneyip aştık, kimse tutamadı bizi. Bu hengame ve zincirlerimden boşanmanın hafifliğiyle kimseyle doğru dürüst vedalaşamadan arabaya attım kendimi. Azad edilmiş Kunta Kinte sevinci yaşarken TGM yi de görmediğim geldi aklıma. Neyse dedim o alınmaz böyle şeylere, benim eşek olduğum da 7 düvelce biliniyor zaten.

Neyse efendim bu arada geçen sene TGM ile gezip tozmalarımız geldi aklıma. Malum Ankarada trafik illeti olmadığından mümkün olduğunca akşamları veya haftasonu buluşur, random da geyik yapıp sağda soldakileri çekiştirir, sinemaya gider sonra da kahve içerdik. Ankaradan özlediğim birkaç şeyden biridir bunlar.

Bu arada da denk gelirse ankapoldeki perşembe günü avrupa filmlerine giderdik. Başka yerde izleme şansımız olmayan çok güzel filmler seyrederdik. İşte dün akşam bunları düşünürken aklıma o filmlerden en beğendiğimiz geldi: "iedereen beroemd", yani "herkes meşhur".


Belçika yapımı Flemenkçe bir film. Besteci olmak isteyen bir babanın, sesi en az benimki kadar kötü kızını yarışmadan yarışmaya sürüklemesini, bu arada da ülkenin en meşhur şarkıcısını kaçırmasını anlatıyor. Hep izlediğimiz karbon kopya komedi filmlerine benzemeyen, çok orjinal, çok komik, çok güzel bir film. Bütün film aslında Lucky Manuelo isimli western esintili bir şarkı etrafında dönüyor. Biz de TGM ile filmden çıktıktan sonra (james cook a mı gitmiştik tunusta?) ve sonraki birkaç gün boyunca bu şarkıyı söyledik sürekli. Aslında şarkı flemenkçe olduğu için sadece lucky manueeeloooo diyip durduk.

Neyse efendim işte bunlar geldi bir anda aklıma. Şarkıyı merak edenler için altta videosu var. Gerçi filmin en önemli sahnesini de izlemiş olacaksınız ama olsun değer.


11 Mayıs 2007 Cuma

Harry Potter and the Felsefe Taşı

Sonunda okudum. Sevgili Herb bu kadar hayranı olduğuna göre bir şey vardır dedim ve okudum. Hem de orjinali okuyacağım diye amazon.co.uk'den iyi bir paraya satın aldım ilk iki kitabı.

Hemen belirteyim, ben sevdim Harry Potter'ı ve yaşadığı maceraları. J.K. Rowling iyi uydurmuş. Özellikle büyücü ve cadıların futbol oyunu olan Quidditch (Herb Bey yanlış yazdıysam düzeltin lütfen), tasarım açısından takdire şayan. Büyücüler dünyasındaki diğer alışkanlıklar da çok akıllıca. Ancak, Yüzüklerin Efendisi'ndeki detay seviyesi Harry Potter'da yok. Bu da kitabın aslında çocuk kitabı olduğunu kanıtlıyor.

Kitapta beni rahatsız eden tek şey, Harry'nin gerekli gereksiz herşeye burnunu sokması ve burnu bile kanamadan sıyrılması. Kardeşim, sen de diğer öğrenciler gibi otursana efendi efendi. Yani Harry'yi fazla afacan ve fazla ukala bulduğumu söyleyebilirim.

Diğer kitaba henüz başlamadım ama ilk kitaptan sonra aklıma gelen sorular şunlar. Harry, Hermione'yi götürebilecek mi (Privet Drive'a)? Viagra etkisi sağlayan büyü var mı? Transfiguration yaparak herhangi bir nesne Scarlett Johanson'a dönüştürülebilir mi? Serinin devamında hep birlikte okuyup öğrenicez bakalım. [Ne?!?! Kitapların Adult Version'ları sadece boyutuyla mı alakalı? Metinde farklılık yok mu?]

9 Mayıs 2007 Çarşamba

Let the Sunshine in

Eski yazılara şöyle bir göz attım da amma sinirli yazmışım. Tanımayan biri arıza bir adam sanacak. Halbuki Nubar Terziyan gibiyimdir :) Ama gayet normal, benim mutlu olan taraflarım güneş enerjisiyle çalışıyor.

Kışın hava kapanıp yağmur başladı mı ben de direkt meme yaparım. Zamanında bir arkadaşım kışın 3 ay süren adet dönemine girdiğimi söylemişti. Ama yaz öyle mi ya..

Öğlen dışarı çıkıp yürüdük. Açık havada oturup yiyip içebilmek.. Hava ısınmış güneş çıkmış, benden güzeli var mı. Her tarafım neşe doldu, kulaklarımdan endorfin damlıyor.

En kısa sürede kırlara bayırlara açılıp henüz tam ısınamamış iliğimi kemiğimi güneşe sermem lazım. Duyurulur.

4 Mayıs 2007 Cuma

Hem Fukara Hem..

Belirli bir kesime duyduğum nefreti sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu kitleye dahil olan kendini bilmezler genelde şu özellikleri taşıyorlar:
  • Anadolu yakasında ikamet ederler (e olabilir tercih meselesi)
  • Avrupa yakasında çalışırlar (hiç mantıklı değil ama mazoşistse ben ne yapayım)
  • İşe arabayla gelip giderler (hah işte zurnanın zırt dediği yer)
Yani canım vatandaşım avrupa yakasında çalışıyorsun, normal tabi işlerin çoğu burada. Buna rağmen anadolu yakasında oturmayı tercih ettin, olabilir vardır mutlaka geçerli bir sebebi. Ama niye transatlantik gibi kocaman arabanda tek başına gider gelirsin işine. Hem trafiği beyhude meşgul edersin, hem petrol tüketirsin, bir de ozonu delersin sen. Ya toplanın bir arabada birkaç kişi gelin ya da toplu taşım diye bir olguyla tanıştırmak isterim seni. Yani biliyorsun ki sabah anadoludan avrupaya, akşamda tersi istikamette kavimler göçü yaşanıyor, her akşam köprü girişinde yeniden ve yeniden dandanakan savaşı vuku buluyor, istanbul bir defa daha fethediliyor. E bu mücadeleye girip niye sabrını test eder insan. Bütün anadolu yakası sakinleri Yunus Emre gibi nefsini köreltme kararı aldı da benim haberim mi yok. Ama bir yandan şikayet etmekten de geri durulmuyor (toplu taşımı kullananların şikayetlerine hak veriyorum, benim sorunum 3 oda bir salon arabasında tek başına oturup 2 şeridi tıkayan sonra da niye trafik var bu şehirde diyenlerle). Yani Ayşen Gruda'nın Namussuz Namuslu filminde Şener Şen'e dediği gibi "hem fukara hem şeyi büyük"

Bu insanlarda bir de engellenemez bir şerit değiştirme içgüdüsü var. Köprüden önceki son çıkış geçilmiş, yani hepimizin kısa vadedeki kaderi ortak: köprü. Ama buna rağmen en ufak bir açıklıkta yırtık çoraptan fırlar gibi hört diye, bir o şeride bir bu şeride geçip varyete yapma meraklısı bir kalabalık mevcut. Nedir acaba mantık "yandaki şerit 3mm/s daha hızlı gidiyor, hemen oraya geçeyim onlar da ilerleyemesin" diye düşünüyorlar büyük ihtimalle.

Madem anadoluda oturmuyorsun sana ne o zaman dediğinizi duyar gibiyim. Maalesef öyle olmuyor, balonu bir taraftan sıkınca her taraf geriliyor. Aynı yakada çevre yolunu kullanmak durumunda kalıyor insan. Tam bir çile. Daha sinir bozan tarafı bazen anadolu yakasına geçmem gerekiyor iş icabı. Nasıl olsa ters trafik diye düşünüyor insan ama kazın ayağı öyle değil. Bizim bir şeridmizi alıp yukarıda anlattığım "fukaralara" veriyorlar. İşte o noktada ben balataları sıyırıyorum. Madem bu trafiği çekmeyi tercih ettin benim şeridimi rahat bırak bari. Bu kadar mı kendini bilmezlik olur. Delritmeyin beni :)

Demem o ki, arabaları bırakalım gibi bir iddiam yok. Benim de arabam var, ben de kullanıyorum. Ama özellikle trafiğin civcivli saatlerinde toplu taşımla gidebileceğim yerlere savulun ben geldim edasıyla sokmuyorum düldülü. Yani hesap ortada zorlamanın mantığı yok. Orta asyadan göçeli 1000 yıl oldu bırakalım bu göçebe hevesleri di mi canım kardeşim.

3 Mayıs 2007 Perşembe

Şube binası bizim mi Müdür Bey?

Bir banka müfettişinin görevinin en ilginç kısımlarından birisi teftişe gidilen şubenin müdürüyle yaptığı ilk konuşmalardır bence. Müdür biraz gergindir. Müfettiş yanıtlarını zaten bildiği sıkıcı sorularına yaratıcılık katmaya çalışmaktadır. Ancak öyle zamanlar olur ki sohbet yine de tıkanır.

Müfettiş, şubeye girdikten sonra müdürün odasına gider doğrudan. Hal hatır sorulduktan sonra şube sayıma hazırlanırken müfettiş zaman geçirmek için müdürle sohbete başlar.

-Kaç kişi görev yapıyor şubede Müdür Bey?
-Sorunlu personeliniz var mı Müdür Bey?
-Şube binası bizim mi Müdür Bey?
-Burası kaçıncı bölge müdürlüğüne bağlı Müdür Bey?

Müdür gerginliği attıktan sonra boş durmaz, kendi sorularıyla bir yandan müfettişi köşeye sıkıştırmaya çalışır, bir yandan sohbeti uzatır.

-Sizin kaç yıl oldu bankada Müfettiş Bey?
-Hangi şubelerde bulundunuz Müfettiş Bey?
-Bilmem kim beyi tanır mısınız, o da teftişten Müfettiş Bey?
-Zor olmuyor mu böyle aylarca evinizden uzakta Müfettiş Bey.

Bu konuşmalarda müdür aynı zamanda kendisinin yenilir yutulur lokma olmadığını ispatlamaya çalışır. Umum Müdürlüğünde, Teftiş Heyetinde tanıdığı insanlardan, arkadaşlarından bahseder. Kendisinin göreve başladığında şubenin ne kadar kötü durumda olduğunu, şimdi başarıdan başarıya koştuğunu anlatır.

Aaaah neydi o günler!

1 Mayıs 2007 Salı

29 Nisan'da Çağlayan Meydanındaydım. Metroyu kullanarak saat 14:30 gibi Cumhuriyet gazetesinin olduğu sokaktan Abide-i Hürriyet Caddesine girdim. Yollarda akarsular gibi birleşip çoğalan yönelme çok etkileyiciydi. Benim meydana ulaşmaya çalıştığım saatlerde önemli bir çoğunluk da geri dönüyordu. Bu şekilde Çağlayan Meydanındaki kalabalığın iki-üç kez tazelendiğini farkettim. Zaten öyle olmasaydı, bırakın Çağlayan'ı Şişli'ye bile ulaşamazdık. Katılımcı profilinin yoksulları yansıtmadığını söyleyebilirim. Hep denir ya varoşların isyanı... Bu kez öyle değildi. Orta sınıfın da isyan edebilmesi, korunması gereken bir takım değerleri olduğunu farketmesi ve kendi benzerlerini canlı olarak görebilmesi açısından miting çok anlamlıydı. Konuşulanları ya da müzikleri büyük kesim duyamadı ama hiç önemli olmadı bu.



Özetle coşkulu fakat gerilimsiz, huzur içinde bir miting oldu. Diğer yandan, miting heyecanını üzerimden attığımda 1 Mayıs 1977'de yaşananları 29 Nisan'da yaşasaydık ne olurdu diye düşündüm.

1 Mayıs 1977'de Taksim Meydanını dolduran kalabalığın 500bin kişinin üzerinde olduğu söyleniyor. Öyle ki, saat 19:00'da bile miting alanına ulaşamamış gruplar var. Mitingin sona ermesine dakikalar kala, katılımcıların üzerine ateş açılıyor Taksim Sular İdaresi'nden. Daha sonra şimdiki The Marmara'nın 5.katından ve şu an yerinde Goldaş olan Pamuk Eczanesinden de ateş açılıyor. Kalabalık panikle sağa sola kaçışmaya başlıyor. Elmadağ ve Tarlabaşı yönünden gelen panzerler nedeniyle Kazancı Yokuşuna büyük bir akın oluyor. Ancak Kazancı Yokuşu'nun tam ortasına da bir kamyonet parketmiş. Yüzlerce insan birbirini ezerek kaçmaya çalışıyor. Sonuçta çoğu ezilerek 30'dan fazla insan ölüyor. Üstelik, failler hala bulunamıyor.

29 Nisan Mitinginde insanların ortak hareketi şansa bırakılmıştı, yani kimse kimseyi zorlamamıştı oraya gelmesi için. Belki bu katılımı arttıran bir şeydi ancak bir panik durumunda o kalabalığı yönlendirecek kimse de yoktu. Üstelik benim girdiğim Şişli tarafında polis kontrolü ve üst araması yapılmadı. Herhangi bir provokasyon olmamasını biraz da şansımıza bağlıyorum.