28 Mart 2007 Çarşamba

Beyonce feat. Shakira

Evet ne var, seviyorum kardeşim ikisini de. Kliplerine de bayılıyorum ayrı ayrı. Sağolsunlar, beni delirtmek için beraber klip çekmişler. Hangisine odaklansam bilemedim. Buyrun beraber izleyelim.


26 Mart 2007 Pazartesi

Ultraviyole

“Sen ve ben, ikimiz, TV’deki kız” Lisedeyken kardeşimin dinlediği grubu tanımak için ne zaman kasetlerini çalsam karşıma bu şarkı çıkardı. Yavaş tempolu, televizyonda gördüğü kıza saplantısı olan birini anlatan şarkıydı. B tarafının bu 1. şarkısını dinledikten sonra diğer şarkılara pek de şans vermez, kapatırdım teybi. Sonradan öğrendim, kardeşim o yüzdeki şarkıları çok sevdiğinden her seferinde A yüzünü dinler, bana da B tarafı kalırmış. Kaset kapağını net hatırlıyorum: Mor, sarı, kırmızı ve mavi renkler ve bir maymun.

Birak Zaman Aksin

Zaman geçti, kardeşimin dinlediği sıralarda belli bir kitleye hitap eden grup milyonların tanıdığı bir grup haline geldi. Yeni şarkılarını zaten beğenmeyen kardeşim popülerleşmelerinin de etkisiyle gruptan soğudu. Ben zaten birkaç şarkılarını dinlerdim, yenilerini hiç dinlemedim.

Geçtiğimiz Cumartesi günü Yeni Melek Gösteri Merkezinde gittim konserlerine. Yeni Melek kış konserleri için uygun bir mekan. Eski bir sinema olduğundan yüksek tavanlı ve zemin eğimli. Fazla uzun olmayanlar bile sahneyi arkalardan rahat görebiliyor. 33’lük biraları 7 liraya satmasalardı hakkında daha fazla olumlu şey yazabilirdim aslında. Yanlış duymadıysam enerji+vodka 20 kağıttı.

Söylenen saatten 10 dakika sonra sahnede yerini alan Mor ve Ötesi’ni ön taraflardaki sıkı hayranları müthiş bir alkışla karşıladı. Salonun geri kalanı sanki benim gibi, olsa olur olmasa da olur havasındaydı. Gitara meraklı olduğumdan böyle konserlerde gitaristleri dikkatle izlerim, hangi melodiyi hangi perdeden çalarlar, nerede hangi akoru basarlar öğrenmek isterim. İlk şarkıyla birlikte yine hem solist Harun Tekin’i hem de … izlemeye başladım. O da ne? Duyulan melodiyle yaptıkları hareketlerin ilgisi yok. Diyelim ki belli bir melodi duyuluyor, ama her iki gitar da ritm tutuyorlar. Birkaç şarkı daha izledikten sonra kesin kararımı verdim, arkada bir bilgisayar desteği var ve istedikleri zaman onları önceden kaydedilmiş melodilerle destekliyor. Bu durumda konserin %100 canlı olduğunu söylemek mümkün değil.

Genelde “Dünya Yalan Söylüyor” albümlerinden şarkılar söyleyen Mor ve Ötesi, 2 saat boyunca sahnede kaldı ve 1 kez bis yaptı. İlk zamanlarındaki albümlerinden de bazı şarkıları çaldılar ama onları bilen çok az kişi vardı salonda, öndeki sıkı hayranlar bile nadiren eşlik edebildi.

Yine de iyi bir konser oldu. Cumartesiye yakıştı.

25 Mart 2007 Pazar

Akıldan Geçenler

Pazar sabahı..işe gidiyorum..saatler ileri alınmış..küçükken hep sorduğum “şimdi daha mı az daha mı çok uyucaz” sorusu aklımda..artık uykular o kadar tatlı gelmiyo..radyoda Mad World, Tears for Fears yorumu..biraz canlandırıyor..bugün annemin doğumgünü olduğu aklıma geliyor..Ctesi gecesinin çiftlik kokoreçi hala damakta..domates suyu da içseydim keşke dedirtiyo..Şehrin sokakları boş, oysa dün gece ne kadar kalabalıktı..kavaklıderede ibo konseri..ağrı dağı eteğinde..elimde efes dark randomın kapısı önünde havai fişekler atılıyor..ne biçim bir fon müziği bu..
Sabah sokaklar tenha..herkes İstanbul’a taşınıyor..gitmeden bir görüşsek keşke..

Mevsim bahar oldu ama niye aşık olamadım bu sene?

24 Mart 2007 Cumartesi

Beyoğlu'nda yeni sokak tabelaları

Bugün Beyoğlu'nda dolaşırken sokaklara yerleştirilen yeni tabelaları gördüm. Bence gayet güzel olmuş, sanki bir Avrupa şehrindeymişiz gibi.

23 Mart 2007 Cuma

7. Köpek

Plansız yapılan etkinlikleri seviyorum. Hiçbir beklenti yokken ortaya çıkan fırsatlardan faydalanmak çok keyifli.

İşten çıkmak üzereydim, eve gidip televizyon seyretmek ya da kitap okumaktan başka bir alternatifim yoktu o gece. Birden aklıma uzun süredir tiyatroya gitmediğim geldi. Hemen akşamki oyunlara baktım ve Ankara Devlet Tiyatrosunun misafir geldiği Taksim sahnesindeki 7. Köpek adlı oyunu seçtim. Atatürk Kültür Merkezine ulaştığımda oyunun başlamasına on dakika vardı. Taksim sahnesinde bilet satışı olduğunu bilmediğimden biletimi AKM ana gişesinden aldım. Internetten baktığımda sadece balkonda 154 boş yer görünüyordu, neyse ki A 19'u vermişti gişe görevlisi. Salona gittiğimde biletin balkon değil, salon A 19 olduğunu farkettim. Sanırım son ana kadar tutulan protokol biletlerinden birisiydi. Üstelik 19 numara sıranın tam ortasındaydı!

7. köpek, Çetin Altan'ın 1960'larda yazdığı ve ilk kez 1964 yılında sahnelenen bir oyun. Yıllar sonra tekrar izleyiciyle buluşan oyun güncelliğinden bir şey kaybetmemiş. Farklı olana karşı tahammülsüzlük ve düşmanlığı anlatan oyunun sürekli tekrarlanan cümlesi ise: "Herkes, böyle söylüyor, herkes!"
 
Bir kafe-bar dekorunda oynanan oyun, mahalleye yeni gelen doktor hakkında dedikodular çıkarılması ile başlıyor. Mahallelinin kendi uydurduğu söylentilere sanki gerçekmiş gibi inanmasıyla birlikte dekorun yavaş yavaş mahkeme salonuna dönüştüğüne tanık oluyoruz. Sonunda doktoru kanıt olmaksızın yargılayığ linç eden mahalleli, yeniden tekdüze yaşamına geri dönüyor. Oyunun son sahnesinde linç ettikleri doktorun aslında ne kadar da iyi bir insan olduğunu anlıyorlar ama bu onları kasabaya yeni gelen öğretmen hakkında dedikodular çıkartmaktan alıkoymuyor.
 
Bu akşam İstanbul'da son oyununu sergileyecek olan Ankara DT oyuncuları, sanırım Altındağ sahnesinde 7. Köpek'i sahnelemeye devam edecekler. Oyunu mutlaka görmeniz tavsiye edilir.

21 Mart 2007 Çarşamba

Hadi hadi Gadget kollar!


Herbert kardeşimizi mesleğiyle alakalı bir iş için Anadolunun şirin ilçelerinden birine gönderdik. Umarız işi fazla uzun sürmez de tekrar İstanbul'a döner. Kendisine bol şans diliyoruz.

19 Mart 2007 Pazartesi

I'm a Survivor!



İş gereği belirli sürelerle İstanbul'un çeşitli semtlerinde görev yapıyorum. Bu sayede trafik canavarını her köşesinden özümseyip iliğimde kemiğimde hissetme fırsatını buluyorum. Amma velakin enteresan ilişkiler kuruyor insan bu şekilde. Geçenlerde e-5 de beklerken yan arabadaki bayan sıkılmış dikiz aynasından kaşlarını alıyordu mesela. Benim pişmiş kelle tadında sırıttığımı görünce panik halde cımbızı ne yapacağını şaşırdı (yuttuğundan şüpheleniyorum). Camı açsa, trafik çilesi yetmiyormuş gibi niye bir de kıllarını tek tek yolmak suretiyle kendine işkence ettiğini soracaktım. Hayır o da yetmiyorsa ben de sırtına sırtına meşe sopasıyla vurabilirdim, canım sıkılıyordu zaten. Ama utançtan kızarmış halde kafasını çevirmekle yetindi (belki de kaşlarını yolduğu için kızarmıştır yüzü, kim bilir).

Bir diğer seferinde de yandaki amcanın biri camını açıp selam verdi ve monoloğa girişti. Amca politikadan dörtnala çıkmış siyatik ağrılarına ilerlerken ben de arabada bileğime güdümlü kesici madde aramaktaydım. Neyse ki bu esnada amcanın şeridinde trafik başladı. Trafikte akmayan da hep benim şeridimdir bunu da belirteyim. Çölde kutup ayısıyla sürdürdüğüm uzatmalı ilişkim bitmek bilmiyor.

Bir önceki görev yaptığım yer evime o kadar uzaktı ki, bütün İstanbulu verev geçiyordum diyebilirim. Bu sırada İstanbulun bütün arterlerinde direksiyonumla göz göze uzun süreler geçirdik. Sabah ters trafikten faydalanıp 1,5 saatte çabucak gittiğim mesafe akşam güya yine ters trafik olmasına rağmen 2,5 saati buluyordu. Akşamki olayı anlayamıyorum zaten, sabah o tarafa geçmedi bunların hiç biri, gözümle gördüm. Işınlandınız mı ne yaptınız kardeşim nasıl biriktiniz bu tarafta. Arabadan inip burası ters trafik ne işiniz var burda yav diye haykırasım gelip gelip gidiyor. İlk bir kaç günden sonra genelde yaptığım gibi kendimi toplu taşımanın şevkatli kollarına bıraktım, ama ne bırakış.

Düşündükçe kurt russell'ın Los Angeles'den kaçış filmi geliyor aklıma. Kısa bir yürüyüşle başlayan yolculuğumuz banliyö treniyle devam ediyordu. Bir Ankaralı olarak İstanbulun banliyö treni deyince aklıma madmax teki gibi çetelerin yolcuları dışarı attığı, ayaklarından bağlayıp trenin peşinde sürüklettiği bir 3. sayfa mekanı gelirdi. Öyle değilmiş, tıngır mıngır gidiyor yavaş yavaş. Oradan hemen deniz otobüsüne aktarma. Deniz otobüsü gayet rahat fakat tek sorunu sonuncunun 6:30'da olması. İdo da mesailer kaçta bitiyormuş bilmiyorum ama çoğu insan hala çalışıyor o saatte, mantığı çözemedim. Neyse, trenden deniz otobüsüne geçiş yolculuğumuzun en adrenalinli tarafı. Çünkü trenin gecikme potansiyeline göre bu yürüyüş süreci "eller cepte ıslık çalarak"tan başlayıp "topuklar kaba eti döve döve koşmak" moduna kadar değişkenlik gösterebiliyor. Deniz otobüsünde nefeslenip karşı tarafa vardığımda başka bir dilemma bekliyor: otobüse binip trafiği çekmek mi, yoksa finiküler + metro + taksi veya yürüyüşü kullanıp eve giden yolu 3 e katlayıp trafikten kurtulmak mı. Bu karar anlık ruh hallerime göre değişiyordu tabi. Bu arada finikülere daha zor bir isim koyabilirler miydi acaba diye düşüncelere gark olmuyor değilim. Klavyenin üstünde kedi yürümüş de, bu iyi bu olsun demişler gibi. Bu geliş gidişlerde bir sürü renkli insan gördüm demek isterdim ama herkes uyukladığı için ben de burnumu kitabıma gömmeyi tercih ettim. Kim demiş trafiğin faydalı yönü yok diye, kitap okumaktan hatip oldum.

Uzun sözün kısası, gördüğünüz gibi deniz otobüsü heybeliadada durup da bi fayton sefası yapmamıza müsade etse, istanbul sınırları dahilinde kullanmadığım toplu taşım aracı kalmamış olacaktı. Yani Horatio'nun dediği gibi I'm a Survivor! Neyseki bir potpori tadındaki bu günler bitti de ben rutin trafikte sıkılıp kendi kendime ya şundadır ya bunda oynadığım günlere döndüm.

Yeni görünüm

3 ayını tamamlayan blogumuz yayına başladığından beri kullandığı görünümü yeniledi. Önceki tasarım böyle bir şeydi.

Yeni tasarıma geçmemizle birlikte blogun sağ tarafındaki aburcuburlarımızı kaybettik. Tekrar yerlerine koymamız biraz zaman alabilir. Çevreye verdiğimiz geçici rahatsızlıktan dolayı özür dileriz.

17 Mart 2007 Cumartesi

Best of, Mest of..

Şu Mp3,internet,download gerçeğinin ortaya çıkmasının benim Cd'lere bayıldığım parayı önlemeye katkısı çok az..Niye?Çünkü sevdiğim bir şarkıyı önce internette bulup indirir, sonra gider Cd'sini alır bütün albümü dinlerim..Yani Mp3 beni sadece o grup veya artistle tanışmama vesile olur,sonra gelsin Cdler,gitsin maaşlar,dolsun raflar..Böylelikle telif olsun, sanata ve sanatçının dostu hikayesi olsun bunlara riayet etmekten geri kalmam,müziğimi dinlerken bir yandan da iç huzurumu da edinmiş olurum..amma salladım şimdi:))

Dün The Smiths'in 2 tane best of unu aldım..aynı grubun 2 albümünü alma hadisesinde en can sıkıcı nokta aynı şarkının aldığınız her iki albümde de yer alma durumudur..(Hele benim gibi aynı albümden 2 kez alacak kadar unutkan biriyseniz..Birth of the Cool 'lardan biri hala yeni sahibini arıyo) O yüzden şöyle bi göz attım almadan..sıkıntı yok..aslında bir gruba başlamak için best of lar ne kadar iyi onu da sorgulamak lazım..bir albüm havası vermiyo sonuçta..derleme toplama..seçmece bunlar..İyi tarafı ise arkadaş çevrelerinde o grubun bahsi geçtiğinde haa bi de şu şarkısı var diyip prim toplamak, müzik bilginizle el üstünde tutulmak, yazarlık yaptığınız blogların sağ üst köşelerine her gruptan bir iki şarkı attırmak..Evet şimdiye kadar bütün dostluklarımı buna borçluyum:)


Bu arada Tom Waits'in son albümünü hala getirmeyen Shades'e burdan selam eder, bizi amazona uğramaya mecbur bırakmamasını rica ederim..Please let me get what I want..

15 Mart 2007 Perşembe

İskender

Bugün eve çook acıkmış olarak geldim ve iştahla buzdolabını açtım. Evet, iki gün önce aldığım hazır döner yerinde duruyordu. Üst rafta duran salçayı gördükten sonra "acaba" diye düşündüm, "acaba iskender yapabilir miyim?" Hemen diğer malzemeleri kontrol ettim. Yoğurt var, pide yerine geçebilecek ufak ekmekler var. Ne duruyorum, iskenderi hazırlamaya başlayayım.

Önce sosu hazırladım. Gayet basit, salça suyla karıştırılıp istenilen kıvama getirilir. Zeytinyağlı tavaya boşaltılır, kaynayana kadar karıştırılır. Sonra hazır dönerleri, kare kare keserek diğer tavaya attım. Dönerler ısınadursun, ekmekleri parçalayarak tabağın tabanına yerleştirmeye başlayalım. Dönerleri tavadan alıp ekmeklerin üstünün tamamını kapatacak şekilde yerleştirelim. Daha sonra kaynamış sosumuzu dönerlerin üstünde gezdirelim. Tabağın kenarına biraz da yoğurt koyalım. İşte sonuç:

İskenderim o kadar lezzetliydi ki, fotoğrafını çekemeden hepsini indirdim mideye. Ayşe's World'den öğrendiğime göre yemek yapan erkek seksi oluyormuş. İskender yapmak seksiliği öldürür mü acaba?

14 Mart 2007 Çarşamba

evet ama bir hımbıl bunu yapabilir mi bakalim

Haftasonu yine kayak vardı. Eve döndüğümde de bacağımda ağrı, burnumda kırmızılık, gözümde uyku, yüzümde gülümseme vardı.

Ben ömrüm boyunca sporu belli bir mesafeden sever oldum. Futbol bile sevmem, takım falan alakam olmaz. Yapılsın edilsin, çok şahane ama ben almayayım mümkünse diyenlerdenim. Yüzme dışında hiçbir spora katılmak fazla heyecanlandırmaz beni. Aslında bir ucundan dahil olunca çaba sarfediyor insan. Ortaokulda zorla sokulduğum hentbol takımından hiç hazzetmeme rağmen 1 sene sabırla antrenmanlarda kıçımı başımı morartmam buna örnek sayılabilir (artık 13 yaş uyarımız var nasıl olsa kıç da derim başka şey de derim). Ama beni bıraksanız hayatta aklıma gelmezdi parmağımı kımıldatmak.

Ama nolduysa 1,5 sene kadar önce oldu. Kafamı bir yere çarpmış veya erken andropoza girmiş olabilirim bilemiyorum. Belki de çikolatadan aldığım serotonin yetmez oldu (o kadar da yiyorum ama). Önce kayağa sonra dalışa başladım. Eski arkadaşlarımdan gözleriyle görmeyenler hala inanmıyor, gözleriyle görenler de ısrarla film hilesi olasılığı üzerinde duruyor. Annem bile hımbıl oğlunun her haftasonu aktivitesel bir yerlere üşenmeden koşmasını, uzaylılar tarafından kaçırılmış olmamla açıklıyor.

Dalışı, sezon başlayıp ben şevke gelince başka bir post konusu yapmayı düşünüyorum. Kayağa nasıl başladığımı da zaten daha önce anlatmıştım. Ben geçen haftasonu üstünde durmak istiyorum.

Daha önce hep kartalkayada kaymıştım. Tabi bir kere gittiğim Ilgaz'ı saymazsak. Orası da zaten çocukken gittiğimiz Gençlik Parkını hatırlatmıştı bana. Her tarafta mangal dumanı, tonton yaşlı teyzeler, yiğenim nirden aldın bunu diye gadanalah efektiyle önüne çıkan amcalar.. Hafta sonu ilk defa uludağa gittik.



Cidden ulu bir dağmış yalan değil. Ama eteklerde kar olmadığı için, çıkan her salak gibi ben de yolda "bu ne, çim kayağı mı yapıcaz eki eki" dedim itiraf eder affınıza sığınırım.

Ortam gerçekten de kartalkayadan epey farklı, bir çok otel var ve her yer cıvıl cıvıl. Hatta fazla cıvıl cıvıl, insan rahatsız oluyor kayakçıdan çok etrafa poz veren insan görünce. 1. bölge pistleri tıklım tıklımdı, ve artık (ehem ehem) bendenizi kesmiyor böyle kolay pistler. Biz de ağaoğlunun liftpass'ını aldığımız için doğru kuşaklıkayaya yollandık. Yalnız diğer tarafa ulaşmak için labirentimsi bir sürü pisti aşmak gerekiyor. Bubble'lar gondollar derken insan rahatı hissediyor ne yalan söyliyim. Neyse o tarafta kar da daha iyiydi pist de tenhaydı. Ama artık mevsim sonuna yaklaştığımız için bütün pistler taş ocağına dönmüş, aralarından itinayla süzülmek gerekiyor.

Dediğim gibi herbertiniz epey geliştirdi bu işi süzüm süzüm süzülüyorum, hatta artık deneysel yöntemlere bile giriştik :)



Gece hayatı ise kartalkayadan bayağı farklı. Kartalkayada eğlencemiz (takatimiz kaldıysa) king oynamaktı. Uludağ da envayi çeşit bar pavyon, ne arasanız var. Beni cebren ve hile ile St. Bernard diye bir yere götürdüler, ama ben barın maskotu milan isimli st. bernardın üstünde uyuklamaya başlayınca pılımızı pırtımızı toplayıp saadet yuvamıza döndük. Bu arada milan sabah üstüne düşüp şişirdiğim parmağımı oyun maksatlı dişleyince şaşan feleğim beni epeyce uyandırdı o ayrı.

Bu seferkinin bir farkı da turla gitmemiz oldu. Akşam o yorgunlukla direksiyon sallamamak ne büyük keyifmiş, ohh disko disko.

Neyse efendim döndük yine yuvamıza. Bana geriye güzel hatıralar ve karda yanıp arap tenasül organı kıvamına gelmiş suratım kaldı. Sezonu kapattık sanırım, seneye kadar beklemek farz oldu.


Not: Başlık, Woody Allen'in "Evet Ama Bir Lokomotif Bunu Yapabilir mi Bakalim" isimli şahane kitabından araktır.

12 Mart 2007 Pazartesi

Durak

Her sabah işe giderken dar ve dik bir sokaktan yokuş aşağı yürürüm. Solda arabalar park etmiş olduğundan sağ taraftaki ufak kaldırımdan sahile ulaşmaya çalışırım. 5 dakikalık yürüyüş sonunda karşımda boğaz, gideceğim yere ulaşmışım gibi rahatlarım. Ama boğaz değil de şu gösterişsiz durak beni etkileyen sanki. Halbuki o duraktan bir yere gitmişliğim çok azdır. Yağmurdan kaçıp altına sığındığım da olmadı. Yine de her geçişimde orada olduğunu görmek iyi gelir. Boğazın kenarında sürekli olarak martıları ve gemileri seyreden sadık bir dost. Belki boğazın sebep olduğu keyfin yansıması, belki mücadeleyle inilen yokuşun ardından gelen zafer, belki de yaratmaya çalıştığım alışkanlık.
(Yazıyı okuyunca TGM tadı alanlar, yalnız değilsiniz, bana da öyle geldi.)

9 Mart 2007 Cuma

Herbert

Efendim, geçen gün Herbert'la Reina'da Sting'i gördük. Tamam tamam, yakaladınız beni. Olmadı öyle bir şey. Geçen hafta buraya yazdığım "Harika bir gece" yazısı da sahteydi. Hatta daha da ileri gidip bir itirafta bulunayım: Herbert diye birisi de yok aslında. Herbert benim hayali arkadaşım.  1,50 boyunda, yeşil ve kocaman bir kafası var. Aşağı yukarı şu resimdeki gibi.
  Haliyle, Herbert'ın yazılarını da ben yazıyorum. Neden böyle bir şey yaptın diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Yok yok, duymuyormuşum, o konuşan benim sağ elimin kanca şeklindeki işaret parmağıymış. Neden? Çünkü tek başıma yaptığım şeyleri tek başıma yaptım diye anlatmak hiç zevkli değil. Örneğin izlediğim bir filmden bahsederken "Biz de Herbert'la gittik o filme" diyorum. Geçen haftasonu Jim Carrey'in 23'üne gittik Herbert'le. Birkaç açık noktası vardı ama fena değildi. Filmden önce Bambi'de Lüks Burger yedik. Lüks Burger, Bambi'nin meşhur ıslak hamburgeri gibi değil. Normal hamburger köftesi var, köftenin altına bir katman da sucuk yerleştirmişler, üstüne rus salatası turşu, domates yani büfede ne varsa doldurmuşlar. İki bardak greyfurtla götürüverdik, ikişer Lüks Burgeri.
 
Bazen Herbert, istemediğim halde ortaya çıkıveriyor. Geçen cuma akşamı üniversiteden arkadaşlarımla buluşmaya giderken bindiğim otobüsün alakasız bir durağından Herbert bindi. Gecenin o karanlığında nereden çıktı anlamadım. Otobüste ilerledi, ilerledi ve geldi beni buldu. Gerçi fena olmadı, yanımda okuyacak birşey yoktu, boş gözlerle etrafı seyrediyordum. Herbert geldi de iki lafladık. Bazı zamanlarda da Herbert kendi kendine aktivitelere katılıyor, kayağa gidiyor örneğin. Bu nasıl oluyor, anlamış değilim. Demek ki bazen kendimi kaybedip tamamen Herbert oluyorum. İnsanlar her zaman bana Herbert'ı tanıyıp tanımadığımı soruyorlar.

6 Mart 2007 Salı

Çekiyoruuum

2005 Nisan'ında 3-4 aydır fotoğrafçılık kurslarına giden kardeşimden etkilenmiş olacağım ki HP marka nişan al ve ateeeeş şeklinde çalışan fotoğraf makinemi değiştirmeye karar verdim. Yine dijital ama bu sefer elle yapılan onlarca ayarı bulunan bir makine olan Canon A510 aldım. O hevesle bir de üçayak aldım hatta. Sonra her çeşit fotoğrafcılık dergisi. Okudukça merakım artıyor. Merakım arttıkça okuyorum. Yok diyafram değeri yok zaman değeri wide-tele öğrenip duruyoruz. O hevesle birkaç ay, fotoğrafçı olacağım havasına girmiştim.

Aşağıdaki bu fotoğrafı bu gece çektim. Objektif aya yakınlaşabildiği kadar yaklaşmış. F değeri 5,5, shutter speed 1/100. Fotoğrafı çekerken elim makineyi titretmesin diye, 2 saniye geç çekmeye ayarladım. Sonuç hiç fena değil.


Pazar akşamı inanılmaz bir yağmur vardı İstanbulda. Sürekli şimşek çakıyordu. Acaba bir şimşek fotoğrafı çekebilir miyim dedim kendi kendime. Başladım deklanşöre basmaya. Şimşek çaktığı anda fotoğraf çekebilecek kadar süper reflekslerim olmadığından. Shutter speed'i 15 saniyeye ayarlayıp arka arkaya onlarca fotoğraf çektim. Sonuç hüsran. Aşağıda o gecenin en iyi fotoğraflarını görüyorsunuz. 1. fotoğrafta şimşek filan yok, 2. fotoğrafta şimşek bulutların arkasında kaldığından sadece parlaması görünüyor, 3. fotoğrafta miniminnacık elektrik atlamaları görünüyor. 4.de yine parlama.

Makineyi aldıktan 3 ay sonra hevesim tamamen kayboldu. Ne maymun iştahlıymışım diye düşündüm. Makinenin manuel ayarlarını da yukarıdaki fotoğraflardaki gibi arada bir kullanır oldum. Tam otomatik neyimize yetmiyor canım.

5 Mart 2007 Pazartesi

Conan the Republican

Dün farkettim ki ben bir Arnold Schwarzenegger (AS) hayranıyım. DVDlerini alıp koleksiyon yapacak kadar değil tabi ama televizyonda ne zaman Arnold'un filmi çıksa, yapacak ne işim varsa bırakıp izlerim.

Dün akşam Koşan Adam (The Running Man) vardı. 1987 yapımı bu bilimkurgu filminde sebepsiz yere suçlanan Arnold abiyi ölümcül bir oyuna sokarlar. Oyuncular peşlerinden gelen avcılar tarafından öldürülmemek için kaçarlar, tabii AS tüm avcıları öldürür, bu sırada kendini de aklar.

AS deyince hepimizin aklına gelen ilk film herhalde Terminator'dur. İlki 1984 yılında, ikincisi 1991, üçüncüsü ise 2003'te çekilen serinin en çok ikinci filmini severim. Sanırım şekil değiştiren eriyik metal T-1000 yüzünden. Bu arada farketmiş miydiniz, o zaman T-1000'i oynayan Robert Patrick, The X-Files'ta Ajan Dodgett'ı canlandırıyor. Her ne kadar Dodgett, Mulder'ın yerini tutmasa da iyi götürüyor diziyi. Bu başka bir yazının konusu. İlk filmi diğerlerinden daha az sevmemim sebebi o filmde Arnold'un kötü adam olması mı acaba? Terminator 2'nin müzikleri arasında bulunan Iron Maiden'ın "You could be mine" şarkısını da unutmayalım yeri gelmişken.

Terminatörlerden sonra en beğendiğim AS filmi, Total Recall. Türkçe adıyla Gerçeğe Çağrı. 1990 yapımı bu film 2084 yılında geçer. Arnie, insanların istediği rüyayı görmesini sağlayan bir şirkete gider ve Mars yolculuğu yapmak ister. Rüyasında daha önce gerçekten Mars'a gittiğini hatırlar ve konuyu araştırmak için gerçekten Mars'a gider. Mars,mutantların yapay havayla yaşadığı bir gezegendir. AS filmin sonunda tüm kötü adamları yok edip Mars'ı doğal atmosfere kavuşturur.
 
6. gün (The 6th Day), 2000 yılında yapılmış yine bir bilimkurgu filmi. Yakın gelecekte geçen filmde, insan klonlama yapılabilmektedir fakat yasal değildir. Bir helikopter pilotu olan AS kaza geçirir ve öldü sanılır. Kazadan kurtulan Arnold, evine döndüğünde bir klonun kendi yerine geçtiğini görür ve bunun sebebini aramaya başlar.

Bilimkurgu türünün dışında olan End of Days'in yeri ayrı. Bu filmde diğerlerinde olduğu gibi cyborglar, Mars'a yolculuk filan yok. Bu filmde Şeytan var. Günümüz New York'una bir kadını aramaya gelen Şeytan baltayı taşa vurur ve Arnold'la karşılaşır. Tüm kahramanlar ve kötü adamlar da New York'a geliyor zaten. Bundan da ayrı bir yazı çıkar zaten. Neyse, Gabriel Bryne'nın şeytan oyunculuğu mükemmel.

Bilimkurgu ve macera filmleri arasında Eraser, Collateral Damage gibi filmler ortalamanın biraz altında bence. AS'nin asıl ünlendiği Herkül New York'ta, Barbar Conan ve Kızıl Sonja gibi Arnold Strong filmlerinden ise hiç zevk almam. AS'nin hiç bulaşmamış olmasını umduğum komedi filmleri ise tam bir felaket. Twins, Junior -hani hamile olan Arnold-, Jingle All the Way (maalesef sinemada izlemiştim) birbirinde kötü filmler. Tamam, fikirler orjinal ama filmler olmamış hiç.

2003'ten beri California Valisi olan Arnold, Barbar Conan lakabını Cumhuriyetçi Conan olarak değiştirmiş. Bu yaştan sonra bir film çeker mi bilmem, belki Terminator 4. Olsun, çektiği filmler bize yeter.

Halka verir talkını, kendi yutar salkımı

Utanmadan masanız üstünü toplayın konulu bir post girebiliyorsam başlığı da bu olmalı tabi. Zira benim masam, ister evde ister işte olsun, annemin dediği gibi deve girse 2 hörgücüyle birlikte kaybolacak kadar dağınıktır. Baktığım, kullandığım, yediğim, içtiğim ne varsa biri alıp götürene kadar arz-ı endam eder masamda. Hatta hiç unutmam, Zonguldak'ta görevliyken o kadar doldurmuştum ki masayı ve çevresini, bir noktadan sonra slenderness ratio su tavan yapan dosya yığını ayağıma devrilmişti de 2 gün mahmure gibi seksek sekerek gezmiştim.

Neyse yine uzattım konuyu, bahsedeceğim linki Radikal de gördüm. Masayı derleyip toplama konusunda çok başarılı bir yöntem geliştirmiş arkadaş:

Uygulamakta fayda olabilir. Ben yapmam heralde o ayrı..
http://kooki.ca/van/

2 Mart 2007 Cuma

Harika bir gece

Geçen cumartesi gecesi Herbert'le sıkı bir İstanbul turu attık. Saat 18.30'da Akmerkez'deki Papermoon'da başlayan gece turumuzu sabah saat 05.30'da Etiler Şamdan'da noktaladık. 4 kişilik grubumuzla 6 tane eğlence mekanının altını üstüne getirdik. Grubumuzun diğer elemanlarının isimleri şimdilik gizli. Akşam yemeğini Kuruçeşme'deki Reina'da yedik. Ama öncesinde uğradığımız Papermoon'da fazla atıştırdığımız için çok da aç değildik. Reina Restaurant'ta hem servis hem de Tevfik Usta'nın yemekleri yine harikaydı. Reina'da ünlü isimler vardı. Bir köşede Erol Köse ve eşi Ajlan, diğer tarafta Demet Akalın, Bengü, Serdar Ortaç ve Rus sevgilisi çok keyifliydiler.

Reina'dan sonra Pearl'e gittik. Pearl Restaurant&Bar, Bebek'te, muhteşem Boğaz manzaralı üç katlı bir yalı. Cumartesi geceleri '3P Pearl Precious Party' yapılıyor. Bu partide ücretsiz 'Pearl Shut'lar ikram ediliyor.

Pearl'den çıkıp İstanbul Talimhane'deki Dans Bar'a gittik. Dans tek kelimeyle muhteşem bir lokal. Dans sayesinde özlenen disko geceleri geri geldi. Bizim gittiğimiz gece VIP bölümünde yine bir çok ünlü isim vardı.