İş gereği belirli sürelerle İstanbul'un çeşitli semtlerinde görev yapıyorum. Bu sayede trafik canavarını her köşesinden özümseyip iliğimde kemiğimde hissetme fırsatını buluyorum. Amma velakin enteresan ilişkiler kuruyor insan bu şekilde. Geçenlerde e-5 de beklerken yan arabadaki bayan sıkılmış dikiz aynasından kaşlarını alıyordu mesela. Benim pişmiş kelle tadında sırıttığımı görünce panik halde cımbızı ne yapacağını şaşırdı (yuttuğundan şüpheleniyorum). Camı açsa, trafik çilesi yetmiyormuş gibi niye bir de kıllarını tek tek yolmak suretiyle kendine işkence ettiğini soracaktım. Hayır o da yetmiyorsa ben de sırtına sırtına meşe sopasıyla vurabilirdim, canım sıkılıyordu zaten. Ama utançtan kızarmış halde kafasını çevirmekle yetindi (belki de kaşlarını yolduğu için kızarmıştır yüzü, kim bilir).
Bir diğer seferinde de yandaki amcanın biri camını açıp selam verdi ve monoloğa girişti. Amca politikadan dörtnala çıkmış siyatik ağrılarına ilerlerken ben de arabada bileğime güdümlü kesici madde aramaktaydım. Neyse ki bu esnada amcanın şeridinde trafik başladı. Trafikte akmayan da hep benim şeridimdir bunu da belirteyim. Çölde kutup ayısıyla sürdürdüğüm uzatmalı ilişkim bitmek bilmiyor.
Bir önceki görev yaptığım yer evime o kadar uzaktı ki, bütün İstanbulu verev geçiyordum diyebilirim. Bu sırada İstanbulun bütün arterlerinde direksiyonumla göz göze uzun süreler geçirdik. Sabah ters trafikten faydalanıp 1,5 saatte çabucak gittiğim mesafe akşam güya yine ters trafik olmasına rağmen 2,5 saati buluyordu. Akşamki olayı anlayamıyorum zaten, sabah o tarafa geçmedi bunların hiç biri, gözümle gördüm. Işınlandınız mı ne yaptınız kardeşim nasıl biriktiniz bu tarafta. Arabadan inip burası ters trafik ne işiniz var burda yav diye haykırasım gelip gelip gidiyor. İlk bir kaç günden sonra genelde yaptığım gibi kendimi toplu taşımanın şevkatli kollarına bıraktım, ama ne bırakış.
Düşündükçe kurt russell'ın Los Angeles'den kaçış filmi geliyor aklıma. Kısa bir yürüyüşle başlayan yolculuğumuz banliyö treniyle devam ediyordu. Bir Ankaralı olarak İstanbulun banliyö treni deyince aklıma madmax teki gibi çetelerin yolcuları dışarı attığı, ayaklarından bağlayıp trenin peşinde sürüklettiği bir 3. sayfa mekanı gelirdi. Öyle değilmiş, tıngır mıngır gidiyor yavaş yavaş. Oradan hemen deniz otobüsüne aktarma. Deniz otobüsü gayet rahat fakat tek sorunu sonuncunun 6:30'da olması. İdo da mesailer kaçta bitiyormuş bilmiyorum ama çoğu insan hala çalışıyor o saatte, mantığı çözemedim. Neyse, trenden deniz otobüsüne geçiş yolculuğumuzun en adrenalinli tarafı. Çünkü trenin gecikme potansiyeline göre bu yürüyüş süreci "eller cepte ıslık çalarak"tan başlayıp "topuklar kaba eti döve döve koşmak" moduna kadar değişkenlik gösterebiliyor. Deniz otobüsünde nefeslenip karşı tarafa vardığımda başka bir dilemma bekliyor: otobüse binip trafiği çekmek mi, yoksa finiküler + metro + taksi veya yürüyüşü kullanıp eve giden yolu 3 e katlayıp trafikten kurtulmak mı. Bu karar anlık ruh hallerime göre değişiyordu tabi. Bu arada finikülere daha zor bir isim koyabilirler miydi acaba diye düşüncelere gark olmuyor değilim. Klavyenin üstünde kedi yürümüş de, bu iyi bu olsun demişler gibi. Bu geliş gidişlerde bir sürü renkli insan gördüm demek isterdim ama herkes uyukladığı için ben de burnumu kitabıma gömmeyi tercih ettim. Kim demiş trafiğin faydalı yönü yok diye, kitap okumaktan hatip oldum.
Uzun sözün kısası, gördüğünüz gibi deniz otobüsü heybeliadada durup da bi fayton sefası yapmamıza müsade etse, istanbul sınırları dahilinde kullanmadığım toplu taşım aracı kalmamış olacaktı. Yani Horatio'nun dediği gibi I'm a Survivor! Neyseki bir potpori tadındaki bu günler bitti de ben rutin trafikte sıkılıp kendi kendime ya şundadır ya bunda oynadığım günlere döndüm.
Bir diğer seferinde de yandaki amcanın biri camını açıp selam verdi ve monoloğa girişti. Amca politikadan dörtnala çıkmış siyatik ağrılarına ilerlerken ben de arabada bileğime güdümlü kesici madde aramaktaydım. Neyse ki bu esnada amcanın şeridinde trafik başladı. Trafikte akmayan da hep benim şeridimdir bunu da belirteyim. Çölde kutup ayısıyla sürdürdüğüm uzatmalı ilişkim bitmek bilmiyor.
Bir önceki görev yaptığım yer evime o kadar uzaktı ki, bütün İstanbulu verev geçiyordum diyebilirim. Bu sırada İstanbulun bütün arterlerinde direksiyonumla göz göze uzun süreler geçirdik. Sabah ters trafikten faydalanıp 1,5 saatte çabucak gittiğim mesafe akşam güya yine ters trafik olmasına rağmen 2,5 saati buluyordu. Akşamki olayı anlayamıyorum zaten, sabah o tarafa geçmedi bunların hiç biri, gözümle gördüm. Işınlandınız mı ne yaptınız kardeşim nasıl biriktiniz bu tarafta. Arabadan inip burası ters trafik ne işiniz var burda yav diye haykırasım gelip gelip gidiyor. İlk bir kaç günden sonra genelde yaptığım gibi kendimi toplu taşımanın şevkatli kollarına bıraktım, ama ne bırakış.
Düşündükçe kurt russell'ın Los Angeles'den kaçış filmi geliyor aklıma. Kısa bir yürüyüşle başlayan yolculuğumuz banliyö treniyle devam ediyordu. Bir Ankaralı olarak İstanbulun banliyö treni deyince aklıma madmax teki gibi çetelerin yolcuları dışarı attığı, ayaklarından bağlayıp trenin peşinde sürüklettiği bir 3. sayfa mekanı gelirdi. Öyle değilmiş, tıngır mıngır gidiyor yavaş yavaş. Oradan hemen deniz otobüsüne aktarma. Deniz otobüsü gayet rahat fakat tek sorunu sonuncunun 6:30'da olması. İdo da mesailer kaçta bitiyormuş bilmiyorum ama çoğu insan hala çalışıyor o saatte, mantığı çözemedim. Neyse, trenden deniz otobüsüne geçiş yolculuğumuzun en adrenalinli tarafı. Çünkü trenin gecikme potansiyeline göre bu yürüyüş süreci "eller cepte ıslık çalarak"tan başlayıp "topuklar kaba eti döve döve koşmak" moduna kadar değişkenlik gösterebiliyor. Deniz otobüsünde nefeslenip karşı tarafa vardığımda başka bir dilemma bekliyor: otobüse binip trafiği çekmek mi, yoksa finiküler + metro + taksi veya yürüyüşü kullanıp eve giden yolu 3 e katlayıp trafikten kurtulmak mı. Bu karar anlık ruh hallerime göre değişiyordu tabi. Bu arada finikülere daha zor bir isim koyabilirler miydi acaba diye düşüncelere gark olmuyor değilim. Klavyenin üstünde kedi yürümüş de, bu iyi bu olsun demişler gibi. Bu geliş gidişlerde bir sürü renkli insan gördüm demek isterdim ama herkes uyukladığı için ben de burnumu kitabıma gömmeyi tercih ettim. Kim demiş trafiğin faydalı yönü yok diye, kitap okumaktan hatip oldum.
Uzun sözün kısası, gördüğünüz gibi deniz otobüsü heybeliadada durup da bi fayton sefası yapmamıza müsade etse, istanbul sınırları dahilinde kullanmadığım toplu taşım aracı kalmamış olacaktı. Yani Horatio'nun dediği gibi I'm a Survivor! Neyseki bir potpori tadındaki bu günler bitti de ben rutin trafikte sıkılıp kendi kendime ya şundadır ya bunda oynadığım günlere döndüm.
1 yorum:
He he he...
Teşkilattaki görevimi hatırladım birden. Örneğin sizin de bulunduğunuz Bakırköy'e önce yürüyüş, sonra dolmuş, denizotobüsü ve tekrar yürüyüş şeklinde 65 dakikada ulaşırdım Caddeboston'dan.
Oysa Ankara öyle mi? Sor TGM'ye en uzak yere kaç dakikada gitmiştir diye. Hatta ne TGM'si kendine sorsan yeter.
Gidiş trafiği ile dönüş trafiğinin aynı olmamasına şöyle bir açıklamam var. Kızıltoprak'tayken fark etmiştim. Giderken herkes farklı saatlerde gidiyor, o yüzden trafik zamana yayılıyor ama dönüşte herkes 6-8 saatleri arasına yığılıyor. Kızıltoprak'a 5 dakikada gidip, 35 dakikada dönerdim ben de.
Yorum Gönder