31 Ocak 2007 Çarşamba
kıdemli kademeli
Benimle aynı kaderi paylaşan Herbert arkadaşıma selam eder,kendilerini bu dünyadan koparan diğer bloger kardeşlerime mutluluklar dilerim..Hepinize olan inancım tamdır..
25 Ocak 2007 Perşembe
Podcast
Podcast, radyo programlarının internete mp3 şeklinde yüklenmesiyle ortaya çıkan bir kavram. Podcast sayesinde kaçırdığınız radyo programını bilgisayarınıza ya da taşınabilir mp3 çalarınıza yükleyerek istediğiniz zaman dinleyebiliyorsunuz. Podcastler, müdavimi olduğunuz programlarını dinleme imkanı sağladığı gibi daha önce takip etmediğiniz yabancı radyo programlarını da keşfetme olanağını getiriyor. Hatta bazı yayıncılar, görüntülü podcastler de sunuyorlar, kaçırdığınız televizyon programlarını izleyebiliyorsunuz.
Yerli ve yabancı bazı podcast bağlantıları şöyle:
Podcast rehberi: http://www.podcastrehberi.com
RadyoODTÜ: http://www.radyoodtu.com.tr/podcasts/
(Modern Sabahlar efsanesi devam ediyor!)
CNNTürk: http://www.cnnturk.com/Servisler/podcast/index.asp
BBCRadio: http://www.bbc.co.uk/radio/downloadtrial/podcast.shtml
24 Ocak 2007 Çarşamba
Uğur Mumcu
Bir pazar günüydü. 12 yaşındaydım. Ailecek pikniğe gitmiştik deniz kenarında bir yere. Babamla sahilde yürüyüş yaparken babamın tanıdığı olan piknik alanının sahibi yanımıza gelip "Uğur Mumcu'yu öldürmüşler." dedi. Babam o kadar üzüldü ki Uğur Mumcu'nun kim olduğunu bilmediğim için utandım. Pikniği yarıda kesip eve döndük. Evde o güne kadar farketmediğim kitaplarını buldum Uğur Mumcu'nun. "Devrimci ve demokrat" kitabının arka kapağındaki fotoğrafı zihnime kazandı. Demek bu gözlüklü amcaymış, Uğur Mumcu. Ne yazık ki onu katledilmeden tanıma fırsatını kaçırmıştım.
Katledilişinin 14. yılında Uğur Mumcu'yu sevgiyle ve özlemle anıyorum.
(Fotoğraf Sertaç Kantarcı tarafından çekilmiştir.)
23 Ocak 2007 Salı
Our Man in Istanbul
Gün1: Blogumuz üyeleri ile daha önce bir yazıda belirtildiği üzere Radyo Eksen Partisine gittik..İstanbul'a vardığım akşam olmasına rağmen yorgunluk belirtisi yoktu bende..Ama A Drinking Song'u çalmalarını gerçekten sabırla bekledim..Helldorado belki tek şarkılık bir grup değil ama konserine gidilmesi de elzem değilmiş..
Gün2: İstanbul'da yaşasam gün içerisinde mutlaka metroyu kullanmak isterim..Binlerce merdiven inmeme rağmen Ankara'dakinin o yapay havası yok orda..Sürekli ilerleyen insanlar,burdakinin aksine yürüyen merdivenin sağında bekleyip sol taraftan akıp giden bir kitle..İstanbul'un, bütün bu karmaşası içerisinde kendi düzenini yaratmış olduğunu düşünüyorum bazen..
Gün3: Akşam Horatio ile Şarabiye gittik..İstanbul'daki mekanların ortak sorunu hizmet anlayışlarının umursamaz olması ve içtenliğin fazla olmaması..Şarap iyiydi gerçi ama Pano ve Victor Levinin ortamını bulamadım açıkcası..Çıkışta yediğimiz yağmur da cabası oldu..
Haftasonu: Sabah banliyo trenine binip Bakırköy tarafına gittim..Çocukluğumun geçtiği yerler olması ve bir kaç akrabamın oturması dışında bir özelliği yok benim için..Düzensiz bir kalabalık var..Akşamüstü ise Herbert ile Beşiktaşımızdaki Kazan'da bira içtik..Gönül isterdi ki biradan sonra İnönü'de maç izleyelim ama oradan çıkıp gittiğimiz Arnavutköyde yediğimiz balıklar da güzeldi doğrusu..
Pazar günü öğlen Horatio ile kahvaltı edecek bir yer arıyıp kendimizi Galata'da World House Hostelda bulduk..İlginç bir yer..Hostel olarak konaklamak ilginç olabilir ama kahvaltı için pek tercih edilecek bir yer değil gibi..Akşam ise Bahçelievler'de bir ocakbaşında et pişirirken buldum kendimi..Et yemekten ve içki içmekten sıkılmamı önleyen muhabetin önlenemez hatrıydı sanırım..
22 Ocak 2007 Pazartesi
Delik ayakkabı
17 Ocak 2007 Çarşamba
Ürkek Kayak Postu
İlk kez geçen kış tesadüfen tanıştım kayakla. Sağolsun dodo ve bir başka arkadaş kendi zevklerini bir kenara bırakıp bana öğretmeye çalıştılar. Ben de millet 5 yaşında başlıyor, bu yaştan sonra benim kemikler pudra olmuştur, elinizde kalırım demedim girdim olaya. Halbuki burdan da anlaşılacağı üzere ne kış severim ne kar severim. Üşümekten de nefret ederim. Bence kış yazın kıymetini bilelim diye üretilmiş uyduruk bir süreç. Nasıl Yunus Emre düz odun taşıdıysa biz de lahana gibi kat kat giyiniyoruz yazın nimetlerini anlamak için. Ama içimdeki karşı konulamaz aktivite isteği ağır bastı napalım.
Bilen bilir kar sapanı adlı işkenceyle başlıyor kayak macerası. Gayet antikarizmatik görüntüyü bir kenara bırakırsak bacaklarda acısal geri dönüşleri oluyor bu pozisyonun. Ama diğer taraftan bacaklarınızı açarak gayet kontrollü bir şekilde istediğiniz yerden inebiliyorsunuz. Dodo yarım saatlik geniş kayak tecrübemin ardından beni normal piste çıkardığında bu nimeti daha iyi anladım. Zira pistin sonuna geliğimde düşmemek için bacaklarım nadia komanechi tadında yere paralel hale gelmişti. Hepsi güzel hoştu tabi, hele biraz biraz kaymaya başlayınca. Siste pisti kaybedip bolkara girişimi, sonra kayakları sırtlanıp umuda yolculuk gibi kara bata çıka yürüyüşümü anlatmıyorum bile. Neyse bir iki seferden sonra artık zevkle kayar hale gelmiştim ki sezon kapandı.
Hiç böyle bir şey yapacağım aklıma gelmezdi ama bütün yaz karı kışı iple çektim. Ama benim şansıma bu sene kar düşmedi, sezon da nerdeyse 1,5 ay geç açıldı. Zaten çöle düşsem ütü bulurum, voltron olsam d.tü olurum a dostlar.
Hülase-i kelam, sonunda fırsatı yakaladık ve haftasonu Kartalkayaya gittik. Çok neşeli bir ekiple geçen şahane 2 gün oldu. Arabayla (istemsiz de olsa) attığım ters burgulara da bir şey demediler, tiz sesten şarkı söylememe de. En sevindirici olan geçen sene öğrendiklerimi unutmadığımı fark etmekti. Düşe kalka sonra bir daha düşe de olsa artık daha zorlu pistleri keşfediyorum, hatta başkalarına bile yardım ediyorum :)
Asıl zor olan hamlanan kaslarımın acı çığlıkları arasında pazartesi işe gelmekti tabi.
Benim sınırlı kayak tecrübem genelde dorukkaya pistlerinde geçti, gayet profesyonel bir sistemleri var. Bu sene kartal otelin pistlerini denemeye kalktık, damağımızda kekremsi bir köy bakkalı tadı bıraktı :) Eğer benim gibi nerde saklarım onu diye düşünüp kayak almayanlardansanız kartal otelin kiralık kayakları özet olarak olmamış.
Bir de snowboardcuların bir kısmını (aslına bakarsanız TGM hariç hepsini) durdurup boardlarıyla dövesim var. Pistten bir geçtilermi arkada Dandanakan Muhaberesi olmuş gibi delik gedik bırakmalarına mı kızarsınız, yaradana sığınıp son sürat kenardan köşeden üstünüze sıçramalarına mı. Acemiyiz kardeşim, bir parça anlayış :))
Türkiye gerçeğinden kopup, herkes kayak yapsın gibi bir lümpenliğe düşmek değil niyetim. Asıl demek istediğim eğer atalet veya korku yüzünden uzak duruyorsanız kayaktan saçmalayın da gelin kayalım.
11 Ocak 2007 Perşembe
Ankaranın Lezzetleri-1
Aspavada ne yenir,tabii ki soslu, soğanlı dürüm yenir..Ben "aman öğleden sonra ağzım kokmasın" dediğim için soğansız yedim bu sefer.. Dürümlerden önce masaya gelen cacık,salata ve patates kızartması mekanın vazgeçilmezi..Bi de tabii yemeklerden sonra garsonların ikramı "Kırmızı Marlboro"..Sigara içmeseniz de o leziz dürümlerin üstüne bi tane yakmak geçiyo içinizden..
Buranın en sevdiğim özelliklerinden birisi de, kebap salonu klişelerinin kralı, duvarlarında orda yemek yiyen ünlülerin fotoğraflarından olmaması..Sadece Türkiyenin en iyi 10 dürümcüsünden biri olduklarını gösteren gazete küpürü gözüme çarptı..
İşyerine döndüğümde, göz kapaklarım öğleden sonrayı nasıl uyumadan geçiririm düşüncesine hükmetmemeye başlamıştı...
Modern hastaliklar
Tüm bunların farkındayım ama yazmaktan ve eleştirdiğim şeyi yapmaktan gene de kendimi alamıyorum. Neden? Göstere gözetleye içine düştüğümüz toplu sapıklık halini normalmiş gibi algılıyoruz da ondan. Tüm bunların üstüne Time dergisi "Yılın adamı: Sensin!" diye kapak yapıyor. Gördüğüm zaman şaşırmadım aslında. Öyle ya, en çok değer kazanan şirketleri bir düşünsenize: Google, Youtube, Facebook... İnsanların bilgisayar başına geçtiği vakit hayali bir hayran kitlesine hitap ettiğini sanarak egosunu hasta ettiği, kendini sanal bir dünyanın yegane yıldızı olarak hissetmesini sağlayan sunucular bunlar. Anlaşılan yatırımcıların çoğu insan psikolojisini iyi biliyor. Yeni zayıf noktalar keşfedildikçe (ve hatta icat edildikçe) buna uygun projeler üreten şirketlere oluk oluk sermaye desteği akıtıyorlar. Slovay Zizek sinemanın insanlara nasıl arzu duymaları gerektiğini dikte ettiğini iddia ediyor haklı olarak. Artık orta sınıf sadece sinema aracılığı ile değil birbirlerinin hayatını gözetleyerek ve kendi hayatlarını afişe ederek, arzu duyma mekanizmalarının iradesini bu şirketlerin eline çoktan emanet etmiş durumda. Asıl ironi, gerçekdışılıktan doğan "yeni gerçek" olguların giderek hakimiyeti ele geçirmesi şeklinde tezahür ediyor. Söz konusu hastalıklı haller giderek günlük ilişkilerimizin her boyutuna ince ince sızıyor. Üstelik gitgide artan bir biçimde. Açıkası bu yeni sapıklığın "neo-gerçeklik" haline dönüşüyor olmasından çok endişe ediyorum. Midemde bir el yumruk olmuş sürekli beni içeriden dürtüklüyor. Galiba topluca çok fena bir kabus görüyoruz: Uyanmak istiyorum! FULYA APAYDIN: Brown Üni.
Crackberry The curse of the modern executive, not being able to stop checking your BlackBerry even at you grandmother's funeral
Cyberchondria A headache and a particular rash at the same time? Extensive online research tells you it must be cancer
Egosurfing When "just checking" gets out of control
Infornography You're beyond being a healthy "infovore": acquiring and sharing information has become an addiction for you
You Tube narcissism Not even your closest family want to see hours of your holiday videos
Google-stalking Snooping online on old friends, colleagues or first dates
MySpace impersonation Many of us pretend to be someone we're not when we are online, but some will pretend to be a well-known figure
Powerpointlessness One too many flashy slides
Photolurking Flicking through a photo album of someone you've never met
Wikipediholism Excessive devotion to a certain online collaborative encyclopedia.
8 Ocak 2007 Pazartesi
Prag Yolcularına İpuçları
Bilgisayarın başına oturana kadar aklımdan geçenler başkaydı ama boş word sayfası insanı yolundan çeviriyor. Klasik bir oraya gidin, burayı da görün, şunu yemezseniz ölümü görün yazısı yazmak gelmedi içimden. Ben de Horatio ya yolda sorduğum “Bu kadar şey öğrendik hepsi boşa mı gidecek” sorusunun cevabı olarak Prag’da gezerken öğrendiğimiz küçük ipuçlarını yazayım, gideceklere karınca kararınca bir katkımız osun dedim. Gitmeyecek olanlar siz de okuyun o kadar uğraştım, ayıp denen bir şey var.
- Kitap: Piyasada Prag’la ilgili birkaç kitap var. Biz Dost yayınlarından Cartoville Haritalı Rehberini çok kullanışlı bulduk. Bölgelere ayrılmış detaylı sokak haritaları ve o bölgedeki görülecek yerler barlar ve restoranlarla ilgili bilgileri gayet faydalı. Bizim her noktada can simidimiz oldu. Ama görülecek yerlerin içeriğiyle ilgili detaylı bilgi yok. Bunun için ikinci bir kitap bulundurmakta fayda var. Yine Dost yayınlarından olan beyaz kapaklı Prag kitabını kullandık ama çok başarılı değildi. İngilizce’niz iyiyse oradan daha ucuza daha detaylı kitaplar alabilirsiniz.
- Ulaşım: Prag’ın yerel halkı 1,5 milyon kadar. Yani İstanbul’un yanında orta halli bir kasaba kadar kalır diyebiliriz. Buna rağmen toplu taşım sistemi İstanbul’unkini döver, yerden yere vurur, sıtkını sıyırır, daha nasıl abartsam bilemedim. Otobüs, metro ve tramvaydan oluşan kutsal üçlemeyle şehrin her yerine rahatlıkla ulaşabiliyorsunuz. Tek sıkıntı yılda bu kadar turist çekiyor olmalarına rağmen ulaşım sisteminin herhangi bir yerinde İngilizce tabela olmaması. Başta biraz kafa karıştırıcı olmakla birlikte istediğiniz yere gitmek için gideceğiniz durağın adını bilmeniz yeterli. Sistem o kadar basit ki biz ilk günden itibaren hiç şaşırmadan 3 vasıta değiştirerek istediğimiz mekana ulaşma konusunda sıkıntı çekmedik. Bahsettiğim kitapta detaylı bir ulaşım haritası var, hangileri arasında aktarma yapacağını görmek açısından faideli. Bütün sistem için aynı bilet geçerli ve fiyatı 20 Krona (para meselesini sonra açıklayacağım). Taşıtlara binerken sarı cihazlara okutup biletinizi öyle biniyorsunuz ama kimse bunu kontrol etmiyor, yani tamamen vicdanınıza kalmış bir durum. Diğer taraftan sivil giyimli memurların zaman zaman baskın tadında kontroller yaptığı ve bileti olmayanlara 300 Krona ceza yazdığını duyduk ama 5 gün boyunca bize hiç kimse bir şey sormadı. Bir kere kullandığınız bilet 1,5 saat kadar geçerli, bu sürede istediğiniz kadar taşıta binip inebilirsiniz. Biz 3 gün geçerli olan turist biletlerinden aldık (220 Krona). Bunları o sarı cihazlara okutmanızdan itibaren 3 gün istediğiniz vasıtaya binebiliyorsunuz. Herkese de tavsiye ederim çünkü şehri gezerken o kadar sık kullanıyorsunuz ki verdiğiniz parayı kat kat çıkarıyorsunuz. Alışık olmadığımız şekilde otobüse binecekler ineceklere yol veriyor, ayağınızı yola attığınız andan bütün arabalar durup size yol veriyor. Ama bu duruma fazla alışmayın ben dönüşte beşiktaş meydanında nasıl olsa durur dediğim bir otomobille nerdeyse bayramlaşıyordum. Tek sıkıntı gece 12 de toplu taşımın balkabağına dönmesi.
Paşa babam beni metro köşelerinde sürüneyim diye büyütmedi diyenlerdenseniz taksi de geçerli bir yöntem. Ama şoförlerin çoğu İngilizce bilmiyor ve gideceğiniz yerin adresini göstermek veya harita üzerinde tarzancanızı konuşturmanız gerekiyor. Bir de istediğiniz yere Budapeşte üzerinden gitmek ve amiyane tabiriyle söğüşlenmek gayet mümkün. Bu yüzden oldukça büyük bir şirket olan AAA’nın taksilerini tercih etmekte fayda var. Arka kapılarında açıkça AAA yazıyor: Eğer bulamazsanız da cep telefonunuzdan 14014 ü arayıp yerinizi bildirdiğinizde aniden damlayıveriyorlar.
- Yemek: Herkes Prag’da aç kaldığından, yemekleri beğenmeyip açlıktan midesinin sırtına yapıştığını anlatıyor ama biz gayet güzel yemekler yedik. Garsonların çoğu İngilizce biliyor, derdinizi anlıyor. Ama aynı garsonlar tabakları kafanıza atar gibi bırakabiliyor, kaşık çatalı ortaya bırakıp dağıtmadan gidiyor. Bunlar çeklerin standart halleri sükunetiniz korumaya çalışın. Ben başta havaalanındaki check-in görevlisi olmak üzere birkaçına ıslak meşe sopasıyla sağlı sollu saygı öğretmek istedim ama kendimi tuttum, uluslararası bir krizi önlemek adına size de bunu tavsiye ederim. Diğer taraftan çok renkli kişiliklerle tanışabiliyorsunuz. “Erkek” olduğu halde kendine waitress demekte ısrar eden ve manik derecede neşeliyken balataları tamamen sıyırıp katil bebek Chucky’e dönüşen sevimli garsonumuz gibi. Enteresan bir durum, menüde istediğiniz yemeğin yanında yazan garnitürler yemekle gelmiyor, onları isterseniz ayrıca söyleyip ücret ödemeniz lazım. Yani sadece şinitzel derseniz tabakta yalnız başına oturan bir şinitzeliniz oluyor. Fiyatlar gerçekten ucuz, özellikle de alkol. Bira ve birahaneler her yerde var ve bazı noktalarda fiyatı sudan ucuz (lafın gelişi değil bazı yerlerde cidden su biradan pahalıydı). Gayet şık mekanlarda bile 7-8 YTL’ye mojito içmek mümkün. Çek cumhuriyeti zaten pilsener biranın doğuş yeri olduğu için çeşit çeşit ve çok lezzetli biralar bulmak mümkün ama ilginç bir şekilde her restoranda sadece bir marka bira var. Bir de her yerde, her köşe başında sıcak şarap satan birileri var. Soğuğun etkisiyle cazip gelse de (bakınız: AAA ile ilgili resim) hiçbirini tadı şahane değil. Domuz eti gayet yaygın, bu konuda bir hassasiyetiniz varsa garsona söyleyin veya tavuk tercih edin. Zaten bu sebepten Prag’da bolca bulunan Kentucky Fried Chicken’larin tamamı Türk toplama kampı gibi. Hatta bir noktadan sonra bütün KFC toplanıp bir başkadır benim memleketimi söyleyecek gibi hissediyor insan. Benim tavsiyem sokakları dolaşın ve menüsünü beğendiğiniz bir yeri ( her lokantanın kapısında var) deneyin. Biz çok güzel yerler bulup leziz yemekler yedik.
-Müzik: Biraz saçma bir başlık gibi görünse de belirtmeden geçemedim. Manastırlarda çok güzel klasik müzik konserleri düzenleniyor, mutlaka gidin ama ısıtmalı olanları tercih edin zira kiliselerin için alaska tadında. Ayrıca çok başarılı (ve uygun fiyatlı) caz klüpleri var.
Ama bunlar dışında genel müzik zevki berbat. Yılbaşı gecesi kitlelerin eğlendiği meydanda çalan abuk eurotrash şarkılara alkolun etkisiyle bir şey demesek de grup “Şimdi David Hasselhoff’dan bir şarkı çalıcağız” diyince olay yerinden koşarak uzaklaştık. Ancak gittiğimiz yerde de Kylie den I Should Be So Lucky çalıyordu. Pek çok mekanda da benzer müzikler duyduk, hazır olun.
- Görülecek yerler: Baştan kabul edin tamamını görmek gibi bir şansınız yok. Planlı çalışın harita üstünden bir program çıkarın ve buna mümkün olduğunca uyun. Zaten bir yerden sonra kubbeye, gotiğe, baroğa doygunluk başlıyor çünkü hangi köşeyi dönseniz bir katedral bir heykel, e yeter diye haykırası geliyor insanın. Adamlar bunu da 4 duvar bir çatı yapalım olsun dememişler hepsinde bir detay bir sanat. Bir noktadan sonra marjinal ilginçliği azalıyor. Zaten Çekler de her yerde katedral görmekten sıkılmış olsa gerek, %60 ı ateistmiş. Bu yüzden planınıza eşit aralıklarla işkence müzesi, komünizm müzesi (Mcdonalds’ın üstüne bilerek mi kurmuşlar bilmiyorum ama başarılı bir gönderme olmuş) ve seks müzesi (her ne kadar sado mazo kısmında Horationun suratı şekilden şekle girse de) gibi alternatifleri eklemenizi tavsiye ederim. 22 numaralı tramvay da şehirdeki önemli yerlerin çoğunun önünden geçmesi açısından mühim. Ama kişi binmeyi bildiği gibi inmeyi de bilmeli. Biz nasıl olsa devam ediyor diye inmeyince kendimizi Prag’ın banliyölerinin birinde Taylandlı bakkaldan aldığımız yerel çikolataları yiyip ıssız bir durakta titreyerek tramvay beklerken bulduk. Bir de yeri gelmişken, nasıl bizde bütün midyeciler Mardinliyse burada da bütün bakkallar Taylandlı.
-Para: Avrupa birliği üyesi olsa da henüz Euroya geçilmemiş Krona kullanılıyor. 1 dolar yaklaşık 20 krona ediyor. Ama döviz bozdururken çok dikkat edilmeli, standart bir kur yok ve burada ayak üstü adamı kazıklıyoruz demek yerine komisyon alıyoruz demeyi tercih ediyorlar. O yüzden hemen her köşedeki bürolardan döviz bozdururken oranı değil vereceğiniz döviz karşılığı ne kadar krona alacağınızı sorun. Biz en iyi oranları Old Towndan Charles köprüsüne giderken karşınıza çıkan küçük Franz Kafka meydanındaki büroda bulduk ama onlar da mesai saati dışında kapalı ve 150€/$ altına işlem yapmıyorlar. Kredi kartına fazla güvenmeyin çünkü inanılmaz bir şekilde çoğu yerde geçmiyor.
- Çekçe: çok saçma bir dil. Aklımda kalan kelimeler ahoy: merhaba, zdarma: bedava, akce: indirim, tam: itmek , sem: çekmek (kapılardan aklımda kalan)
-Çek kızları: her köşe başı 3 tane Eva Herzigova var beklentisindeyseniz şöyle kenara bırakın çünkü o kadar değil. Bunu söyleyenler büyük ihtimalle Prag'ı dolduran Rus turistlerle karıştırmış olabilir. Genel olarak Slav kanı etkisiyle güzel bir ırk itiraf etmeli. Ama fazla beklentiye girmemeli.
Aklıma gelenler bunlar. Prag cidden güzel bir şehir, mutlaka görülmeli gezilmeli. Hatta bir süre sonra tekrar görmek isterim. Ama her yerde gözünüze sokulan rüya şehir, cennetin yere düşmüşü gibi gazlara gelmeyin, hayal kırıklığı olabilir.
7 Ocak 2007 Pazar
Not that there's anything wrong with that
Aklıma Takılanlar
2-Şu anda evde hiçbiri benim olmayan 3 tane laptop var..Bu yazıyı ise bizim emektar masa üstü bilgisayarda yazıyorum..Hırsızlara ve işverenime duyurulur..
3-Beynelmilel kelimesinin ne anlama geldiğini yeni öğrendim..Böyle mi yazılıyo ondan bile emin değilim
4-Araba kullanmaya yeni başladım sayılır ve bu yüzden trafik kurallarına uymaya çalışıyorum..İçki içmeyi özledim..
5-Bu maddeye yazacak birşey bulmak için 20 dakikadır uykumdan feragat ediyorum..Gerçek bir blogger olma yolunda hızla ilerliyorum..
6 Ocak 2007 Cumartesi
Rakı adabı
5 Ocak 2007 Cuma
Geçip Giden huuu
2006 gidilen yeni yerler ve hayatıma giren çıkan bir kaç yeni insan dışında çok fazla bişey getirmedi aslında..Bazı duyguların yoğun yaşandığı, eskiye nazaran herşeyin daha hızlı tüketildiği, melankolinin ve ataletin arttığı, herşeyin daha çok birbirine benzemeye başladığı, az da olsa yeni şeylerin tecrübe edildiği bir yıl oldu benim için..Geçen senelerin aksine yeni yıl için aklımda şunu şunu yapmayalım diye bir şey yok..Herşeyin ani gelişmesini ve emprovize yaşamayı daha çok terch ediyorum..
Bu arada 30 aralık tarihli milliyetteki can dündarın yazısını bi ara okuyun..benden esinlenmiş galiba:)
4 Ocak 2007 Perşembe
Trdlo!
1 Ocak 2007 Pazartesi
Prag - Yeni Yıl
Yeni yili Herbert'le beraber Prag eski kent meydaninda karsiladik. Dekorda devasa ve muhtesem Tyn Kilisesi, astronomik saat, christmas markt, Cek muzisyenlerin ciktigi sahne ve kocaman bir yilbasi agaci. Meydanda inanilmaz bir kalabalik, adim atacak yer yok. Kalabaligin cogunlugu turist. Herkesin elinde icki, genellikle de sampanya. Biz de sampanya icmeye karar verdik ve ara sokaklardan birindeki tekel bufesinden (tabak) iki sise sampanya aldik. Meydana geri dondugumuzde havai fisek gosterileri baslamisti, sonradan farkettik ki bunlar duzenli gosteriler degil cunku eline havai fisek alan gokyuzune gonderiyor. Biraz cekindik ama neyse ki bir kaza olmadi. Yeni yila dakikalar kala sampanyalarimizi patlatacak uygun bir yer bulduk, bu arada havaifiseklerin sayisi iyice artti. Ozellikle astronomik saatin kule kulahinin yaninda patlayanlar muhtesem goruntuler olusturuyordu. Yeni yilin ilk saniyesi ile beraber sampanyalarimizi patlattik ve birbirimize mutlu yillar diledik. Kalabalik cosmustu.