10 Kasım 2008 Pazartesi

notes on a plaza

İşim gereği genelde zırt pırt yer değiştiriyorum, gerek şehir içi gerek şehir dışı. Ama zaman zaman plaza ortamlarında da alın teri dökmüyor değilim. İlk başlarda tuhaf gelse de artık alıştım. Fakat plaza da çalışacaklara bir kaç not yazmadan da geçemedim. İşte bana noluyo dedirtenler:

  • Su pınarı: Ben iş yerinde alışığım çaylar gelsin kahveler gitsin. Mevsimine göre koruk suyu içer miyim, göbek karpuzu yer miyim sorulsun. Ama en kötü şey gördüğün günden düşmek, plaza da öyle bir şey yok. Muhtar emminin oğlu da olsan kalkıp alıyorsun çayını. İlk başladığımda, umursamaz halasına emanet edilmiş şımarık çocuk gibi ilgi bekleyen yanlarım kaşındı biraz. Sonra başçavuşun eşşeği edalarımla kalkıp su, çay, kahve ve bilumum sıvıyı nerden edinebileceğimi sordum, büyük ihtimalle plazada filizlenip dal vermiş teyzeye. Sanki iki kere iki kaç eder diye sormuşumcasına şaşırdı. Pek severim böyle tipleri, kendi biliyor diye herkes bilmeli triptörleri. Bir de annesi tarafından limoncello bardağına doğurulmuş garson vardı, melo hatırlar. Neyse efenim teyze "su pınarı köşeyi dönünce" dedi bana. "Su pınarı" deyince ben ceylanların maralların koşuştuğu, ufak bir çağlayanın şakırdadığı bir cennet bahçesi hayal ederek döndüm tabi köşeyi. 19 litrelik damacanayla karşılaşınca yaşadığım hayal kırıklığını varın siz tahayyül edin. Bu kıssadan çıkaracağımız hisse: plazada su içeceseniz su pınarını sorun veya fısıl fısıl konuşan kadınları takip edin.
  • kart: Benim yine eski alışkanlığım, paşababamın konağına girermişcesine dalarım işyerine. Plazada öyle bir şey yok. Kapıda detaylı manyetik arama, çanta tarama ve rektal tuşeyi atlatmak yetmiyor. Bir de kartı gösterip turnikeden geçmek lazım. Orda da bitmedi, gideceğin yere gidince yine kartla kapıyı açmak lazım. Bitti mi, tabi ki hayır. Her tuvalete veya su pınarına çağıldamaya gittiğinde de kart yanında olacak ki döndüğünde kapıyı açasın. Yoksa "amma çişliymiş bu da" bakışları arasında kapı tıklatıp sad sam gözlerini kullanmak lazım. Yemek yerken de yanında olsun sonra bi ton dert. Bu insanlar alışmış, kolu bacağı gibi mütemmim cüz olmuş o kart. Ama benim alışmamış belimde kart durmuyor, zırt pırt unutuyorum mereti. Alnıma zımbalayıp kurtulsam mı.
  • Hava: Efenim ısı tasarrufu sağlamak için plazalarda genel olarak aynı hava sirküle ettirilir, azar da dışardan gelen hava eklenirmiş. Ama çalışanlar bunu bilmezcesine hörül hörül tüketiyor o oksijeni. Birazdan ben yutucam o üflediği kabondioksiti ama beyzadenin umrunda değil, sanırsın yayladayız. Bir içine çekmeler bir üflemeler felan. Bu insanlar yıllardır burada çalışmaktan evrilmiş artık oksijene ihtiyaç duymuyorlar zaten. O teyzenin de damacanaya bakınca su pınarı görmesini beynine giden oksijen noksanlığına bağlıyorum. Ama dışardan gelen benim gibi körpe ciğerler zorlanıyor tabi. İlk gün şarıl şarıl akmıştı gözcağızlarım da, millet çok içli çalışmama vermişti durumu. Sonrasında bir başağrısı bir depresyon, gidiyoruz dedim. Fazla sürmez ben de yakında oksijensizlikten beyin mıncıklaması geçiririm.
  • Asansör: Boş olsa bir dert dolu olsa bir dert. Herkesin girmek veya çıkmak emelinde olduğu saatlerde bir kavimler göçüne tanık oluyor asansörler. Sıcak denizlere açılmaya çalışan ruslar gibi, plaza çalışanlarımız da oksijenli sokaklara yayılmak peşinde. Bu sırada asansör kuyruğu beklemeler. Kıç kadar asansöre bin kişi binmeler. O kalabalıkta elalemin elinin ayağının olmadık yerlerinize samimiyet kurması. Acaba elledi mi, yok ya çarpmıştır hezeyanları. Boş olunca da zembereğinden fırlamış asansör otuz küsürüncü kata bir atıyor kendini, 4g yiyen kulak zarı korkudan östakinin içine kaçıyor.
  • Email: Yaptığım hırlamalar sonucu artık çok güzel değilse fwd mail gelmiyor pek. Ama plazasal ortamlarda temel iletişim yolu email. Sanırım az olan oksijeni konuşarak tüketmemek için, başımız ağrısa grup mailiyle duyuruyoruz söylemek yerine. En son tam karşımda oturan ve bana sürekli "bana mı bakıyor ekranına mı bakıyor" devinimleri yaşatan adam da derdini maille anlatınca çatlayıp sordum. Tükürsen sakalıma deyecek üşenmedin mi o kadar tuşa basmaya dedim. Başkasına da cc yapacakmış. Hay ben senin klavyeni cc.
  • Kıyafet: Bu şikayet etmediğim hususlardan biri. O kadar kadın bir arada olunca rekabet de tavan yapıyor. Böyleyken asansör kuyrukları oluyor sana bir oskar kırmızı halısı ve hatta viktoryas sikrit feşın şov. Yırtmaçlar, file çoraplar havada uçuşuyor. Hepinizin maaşı belli ablacığım nerden hergün ayrı kıyafet alıyorsunuz pes doğrusu.
Şimdilik bu kadar, az da olsa plaza cangılında hayatta kalmaya hazırsınız padawanlar.

13 yorum:

dodo dedi ki...

plaza mı o da ne???
olm bana az şekerli bi kahve getir :)

kip dedi ki...

yazdıklarını okuyup plaza ortamına ne kadar yabancı olduğumu farkedip mutlu oldum ben..

ben de anadolumun ağır sanayi ortamlarını anlatan bi yazı yazıcam, çok kıskandım.

bi de, fileli mini eteklileri anlatırken dar italyan kesim takım elbiseli, her öğlen spora inen canti delikanlıları unutmuşsun gibime geldi? heheyo

Herbert dedi ki...

dodo in artık o kurumun sırtından :)

kip, kendimden bahsetmeyi sevmem :P

Sawyer dedi ki...

arada bir binanin disindan pencerelerin tozunu almaya gelen akrobatlari yazmayi unutmussun. Belinde bir iple vicirt vicirt sesleri ile plaza cami temizleyen insanciklari gordukce halime sukrederdim.

malumafatrus dedi ki...

bu plazaların güvenlik konusunda en paranoyak olanında, çantanızın bir kere iki kere üç kere aranması yetmez, değerli güvenlikçilerin önünden kaç kere geçerseniz geçin çantanızı ve kendinizi x-ray'e tabii tutarsınız.

Birde bazı yerlerde sadece tek kartla hakimiyeti elde edemezsiniz, bunun için paranoyak gibi çanta değiştirirken ilk iş kartınızı garantiye alırsınız.

Sonra birde yemek saati vardır ki, 12.30- 13.30 arasında yemek zorundaysanız, ,işkenceden öteye geçmeyen bir süredir, etrafınız tamamiyle plazalar ile sarılmadıysa kendinizi dışarı atıvermek isterseniz.

Tabii şuan işimin taşınacağı yerde mi eski işimin olduğu ve zamanında az küfretmediğim plazada mı çalışmak isterdim sorusuna, bunlara rağmen plazada da diyebilirim o ayrı:)

Adsız dedi ki...

Çağan Irmak'ı sevmeye devam etmek isteyenler, Issız Adam'ı sakın izlemeyin.Önceki filmlerini oyuncular mı kurtarıyormuş, bu filmi oyuncular mı batırmış bilemedim gerçekten.
İçeriğe gelirsek de o lise anı defteri lafları yok muydu?Klişe klişe klişe...
(Herbert'i azıcık tanıdıysam bu filme gidip duygularıma tercüman olacak bir şeyler çiziktirecektir.)

Her kadının hayatında böyle bir lavuk olmuştur,her kadın da böyle bir adam ister bir dönem onu değiştireceğini sanarak,kendi kendini ispatlama dönemlerinde,özgüveni dağlar kadardır çünkü.Her adamın da kafası karışıktır bir dönem,ne istediğini bilemez.Her şeyi denemek ister,yapamaz,güvenli bir liman arar sığınacak,sonra güvenli ortamlardan bayılır terkeder kadını.Kadın da üstüne alınmayıp yoluna devam edeceğine büyük bir başarısızlık olarak görür bu terkedilişi ve bunalımlara girer,ölür,biter.Bunlar çok yaşanmıştır tahmin ederim,bu dönemler çok çakışıp ilişki halini almıştır,kısa ya da uzun,aralı yaralı,o yüzden herkes kendinden detaylar bulmuştur filmde anlarım.
Oyuncular başka olsaydı ve film şöyle bitseydi daha çok sevebilirdim filmi: Bu "ben istediğim erkeği değiştiririm" klasik kız saplantısı yaşansaydı,tepetaklak olsaydı dünya ve sağlıklı ve kendiyle barışık,sevgi dolu bir insanla karşılaşınca da unutulup gitseydi. Evine gidip çocukluğuna inmek de ne ola, sinemada karşılaşınca sarılmak da neyin nesi,küfredip tokat attığın adama,filozof filozof konuşup karakterini tahlil ettiğin adama.Belki de son sahnede Issız Adam'a kadını terketmekten duyduğu pişmanlığı itiraf ettirmesi yönetmenin, yine o saplantılı kadın içgüdüsünü kamçılamıştır sinemadaki kadın izleyicilerin.Seni çok arar o daha,nasıl pişman olacak,kafasını duvarlara vuracakların bir teyidi olmuştur da sevmiştir sevenler diyorum.Başka bir açıklama bulamıyorum,hele hele unutulmaz aşk açıklamasını kabul dahi etmiyorum.
Çünkü bana hiç öyle olmadı. Hiç gerçekçi gelmedi filmdeki çoğu şey o yüzden de.
Issız adamlarla hiç karşılaşmamak mümkün değil,(kavun değiller çünkü) ondan en azından onların ne kadar gereksiz ve vakit kaybı olduğunu anlamasını sağlayacak aşklar dilerim herkese...

birzamanlarbloguolanşimdisadeceyorumyazaneskibirdost

kip dedi ki...

ama ama katil uşakmış?

Adsız dedi ki...

Plaza'da hayat eleştirisi döşenince Hörb, eskibirdost da Issız Adam film eleştirisi döşenmiş.

Lakin hala ne alaka??!? diyorum.

dodo dedi ki...

eski bir dost çok güzel yazmış tebrikler
bu arada sen inmeden ben de inmiyorum herb efendi haberin olsun....

Yesim Arpat dedi ki...

Plaza iyidir yine de.
Email atsınlar abi. Ben usandım car car car odama gelinip yarısı geyik, çeyreği hezeyanlı ancak belki kalan çeyreği işle alakalı şeyler dinlemekten. Kafam şişiyor yahu. Hayır, zevk almıyorum bu kadar çok yüz yüze iletişmekten. Var mı? Hem email atın ki unutmayayım. Not alayım takvimime. Söylediklerinin ispatı olsun. Son kertede ben öyle demedim, böyle dedimler de oluyor.

Ben de plazadan koridor'a gelmiş bir insanım. Çaycıdan çay istemeye çekiniyorum hep. Geçerken aklına gelirse getir bir çay diyorum çaycımıza. Dertler bitmez. En güzeli home ofis diyorum ben.

farawaysoclose dedi ki...

hafiye'ye katılıyorum, iş iletişiminde email en güzeli, lafın başını sonunu tartıp, derdin neyse tam onu yazıyorsun. yalnız "bcc" olgusu kadar kalleş bir olgu olamaz.

bir de, keşke toplantılar da email ortamında yapılsa! eminim böyle teknolojik şirketler vardır. zira topu topu 15 dakikada halledilebilecek işler için 145 dakika bililum geyik muhabetinin yapıldığı toplantılardan gına geldi.

erdemo dedi ki...

aman seni kim ellesin be histerik :)

Wuthering dedi ki...

'erbertcimm, o kimlik karti bozmasi seyi tak boynuna, gez ondan sonra goynun oldukca.. :P