30 Temmuz 2008 Çarşamba

modern sabahlar

İki aydır radyo çekmeyen yollarda sabah akşam tıngır mıngır çile doldururken, aynı mp3leri evire çevire dinleyip trafik canavarı olmaktan bizi kurtaran über alles program. Radyo Odtü'nün sabah programı olması hesabıyla esasen sadece Ankara'da dinlenebilseler de, şuradan indirilebilecek podcastleriyle yol boyu anıra anıra gülmemizi sağlayan üçlüye burdan selamlar. Ankara'da bir süre bile kaldıysanız Şenol Beyi, Demircan Abiyi, sabah haberlerini anlatmama zaten gerek yok. Hiç duymadıysanız da denemeden geçmeyin derim. %100 Doğaçlama, %20 İlkeli Yayıncılık! Bir de Ege Kayacan'ın blogu varmış.

27 Temmuz 2008 Pazar

Ahhh Cansu!


Bir kadının Cansu Dere'yi kanlı canlı gördükten sonra ağzından çıkan ilk laf "E uzun değilmiiiiş!" olur mu ya?

Dr Horrible's Sing-Along Blog



Müthiş insan Joss Whedon’un yeni projesi, geleneksel TV’nin ölüşü IPTV’nin doğuşuna selamı.
Müzikal, online mini dizi. Başrolde How I Met Your Mother’dan Neil Patrick Harris ve Joss Whedon’un niye mokunda boncuk bulduğunu bir türlü anlayamadığım Nathan Fillon var. İnternette 15er dakikalık 3 bölüm halinde yayınlandı, yakında da DVD halinde çıkacakmış. Yazarlar grevi sırasında yemek masasında müthiş insan Joss Whedon ve kardeşlerinin aklına gelmiş fikir. Önce ufak bir fikirken sıkıntıdan bu hali almış.

Neil Patrick Harris stajyer kötü adam yardımcısı rolünde, bir video blog tutuyor. Aşık olduğu kadın ve baş düşmanı Hammer. Müthiş insan Joss Whedon’ın müzisyen tarafı zaten biliniyordu, Firefly’ın jenerik şarkısını kendisi besteleyip söylemişti. Müzikal sevgisi de malum, Buffy’nin müzikal bölümü de hala akıllarda.

Şarkılar gerçekten çok güzel, sözler çok akıllıca yazılmış. Arada çok şahane espriler de var, çok güldüm ben. Ama sonu insanı bir tuhaf yapıyor. Beklenmeyen bir kroşe. Neil Patrick Harris çok başarılı, sesi de pek güzelmiş ayrıca.

Bence izleyin ben çok eğledim, arada döner izlerim bunu. Devamı gelecek deniyor, müthiş insan Joss Whedon Buffy ve Serenity de olduğu gibi ufak projeden büyüğünü üretmeyi sever. Ama öncelik yeni dizisi Dollhouse'daymış.

25 Temmuz 2008 Cuma

5 yılın muhasebesi

Çalışma hayatına atılalı tam 5 yıl oldu.
İlk yıl İstanbul'a ve çalışmaya alışmakla geçti.
İkinci yıl içinde askerlik yaptım.
Üçüncü yıl askerlik sonrası normal hayata uyum ve toparlanma yılı oldu. Bu sırada ilk işimi sevmediğimi anladım ve iş aramaya başladım.
Dördüncü yılın başında iş değiştirdim. İş değişikliğinden sonra önceki 3 seneyi bomboş geçirdiğimi farkedip etkinliklere katılmaya, kurslara gitmeye ve gezmeye başladım.
Beşinci yıl kendimi bulduğum ama bulmamla birlikte sıkılmaya başladığım bir yıldı.

Tanrıya şükür bu beş sene içinde büyük bir sıkıntım olmadı.

Dün akşam beş yılı düşünürken aklımdan geçenler bunlardı. Ancak, bu beş sene içinde çok önemli bir görevi yerine getirmediğimi farkettim ve çok utandım. 6.yıla bu eksiği gidermeye çalışarak başlayacağım. Ne olduğu şimdilik bende kalsın.

24 Temmuz 2008 Perşembe

been travelling far and wide

gece yalnız kullanılan arabanın sondtrack'i

20 Temmuz 2008 Pazar

viva la vida loca

Dağıldı dağılıyor, bırak dağınık kalsın derken Coldplay yeni albüm çıkarttı: Viva la Vida or Death and All His Friends. Trouble'ın sandaliyeli klibini ilk seyrettiğimde eşekten düşmüş gibi olmuştum. O zaman internet de şimdiki gibi değil, binbir güçlükle parachutes'i bulup canını çıkarana kadar dinlemiştim. A rush of blood da fena değildi ama tempo gittikçe düştü, artık sonlara doğru "biri chrisin nabzına baksın öldü galiba" şarkılarına dönüştü. Nerde başlayıp nerde bittiği belli olmayan sonsuz yavaşlıktaki şarkılar sıtkımı sıyırdığı için bu albümü de dinlemek niyetinde değildim aslında. Ama çok iyi yorumlar okuyunca trouble'ın hatrına bir denedim. Hiç fena değil.

Albümün temposunu şöyle özetliyebilirim: genel standartlara göre sakin, coldplay standartlarına göre ohh disko disko. Sadece piyanodan oluşan ve hadi kardeşim öbür tuşa da bas artık durağanlığındaki şarkılardan sonra bu sefer büyük bir orkestra var, yaylılar falan. Bir de benim sağırlığımdan olabilir ama yer yer 80'ler popundan etkiler var bariz. Hatta bazı şarkılar 80'lerdeki gençlik filmlerinin tema şarkıları gibi. Hani gencimiz dansçı/sporcu/şarkıcı olmak istiyordur da etrafındakilerin engellemelerine ve son dakkadaki sakatlığa rağmen dansçı/sporcu/şarkıcı olmak için prova/antrenman/provalara ağırlık verir. İşte o prova/antrenman/provaların hızlandırılmış terli montajlı görüntüleri sırasında arkada çalan şarkılardan var birkaç tane albümde. Ben özellikle viva la vida'yı beğendim. Tavsiyelerimle..

Not: düğün yazısını melona bırakıyorum, ya da horatio'ya ya da kimse artık. Bende hiç resim yok doğru dürüst, kuru kuru yazmayalım.

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Başına 2 koy, çevir...

Hürriyet'in TV eleştirmeni Cengiz Semercioğlu kendisine gelen fw: fw: FW: ilet: FW mesajlardan birisini ciddiye alıp köşesinde yayınlayınca en aklı başında bildiğimiz insanlar bile inandı buna. İddiaya göre kendi cep numaramızın başına 2 koyup aradığımızda karşı taraf açarsa telefonumuzun dinlendiğini anlıyormuşuz.

Cengiz Bey köşesinde demiş ki:
Hemen 2 0532 556 XXXX diye kendi numaramı çevirdim!
Çalıyor. O zaman ben de dinleniyorum ha?..
Ama benimkini açan olmadı!
Ha bire numarayı çeviriyorum çalıyor ama karşıdan tık yok.
Beni dinleyen galiba beni sevmiyor, konuşmak istemiyor...
Başına 2 koy, çevir...
Başına 2 koy, çevir...
Dünden beri herkes bunu deniyor, geyikler dönüyor...

Beyefendi bir de sormuş:
Şimdi bunlar kamera şakası değilse, biri kafa bulmuyorsa nedir, birileri açıklar mı acaba?

Cengiz abi sen ne zaman bi şey istedin de yapmadık. Ben hemen açıklayayım. Sen kendi numaranı başına 2 koyup aradığında operatör kendi sisteminin çalışma mantığına göre sadece ilk 7 rakamı dikkate alıyor, böylece sen de Turkcell içi arama yapıp 205 32 55 numaralı zavallı vatandaşı aramış oluyorsun. Senden önce kim bilir kaç kişi bu numarayı aradığı için zavallı adam açmıyordur artık tanımadığı numaraları.

Ben de bir fw zinciri oluşturmak istiyorum. Bu sefer numaranın başına 2 değil 444 koyup çevirsinler.

11 Temmuz 2008 Cuma

What’s The Matter McFly… Chicken?


Geleceğe Dönüş 2'de 2015 yılına giden Marty'e profesör şu alttaki ayakkakabıları veriyordu. Hatırlarsınız ayakkabı ayağı girergirmez bağcıklar otomatik bağlanıyor ve Nike yazısı ışıklanıyordu.

Efendim meğersem o zamandan bir takım sübyanın gönlüne bir ateş düşürmüş bu potinler. Yıllardır bunun piyasaya sürülmesi için imza toplarlarmış. Sonunda da Nike yöneticileri başımızın gözümüzün sadakası diyerek sınırlı sayıda da olsa bu ayakkabıdan, Nike Air McFly adıyla üretmeye karar vermişler de prototipin resimleri internete düşmüş.


Görüldüğü üzere pek de benzemiyor esasen. Serinin hastası olsam da ben giymem şahsen böyle alttan mor ışıklı modifiye doğan slx görünümlü ayakkabı, yürüyen pavyon derler adama. Ama seveni vardır beğeneni vardır, haber vereyim dedim.

Ama asıl güzel haberi sona sakladım: Delorean de yeniden seri üretime geçiyormuş!!!! Almazsam ne olayım. Alamazsam da benim arabaya taktırırım bu kapılardan..


10 Temmuz 2008 Perşembe

Hadouken

Kadıköy'de önünden geçerken ağzımızın suyunu akıtan bir dükkan var: Dreamers. Her türlü anime, manga, film, oyun karakterlerinin çeşit çeşit maketleri, kuklaları, anahtarlıkları ve hatta büstleri satılıyor. Dün mağaza önünde yalanmaktansa harekete geçip yukarıda gördüğünüz Ken ve Ryu maketlerini aldım. 30'a yakın noktadan eğip bükülebiliyor. Böylece bir Hadouken ya da (tamam tamam wiki'den buldum bunu, doğrusu aduken) bir Shoryuken (öff ne sıkıcısınız, tamam oryuken) yaptırabiliyorum bu biladerlere. Dreamers'ın Internet satışları da varmış.

6 Temmuz 2008 Pazar

Ses

Blog tayfamızdan Herbert ve TGM Anadolu yollarında gezerken melo evlilik telaşlarında. Bense ne zamandır çok yoğunum, o kadar yoğunum ki eve döndüğümde dinlenmek için hiçbir şey yapmadan duvarı seyrederiyorum.
Tüm bunların arasında blog güme gitti tabi, ben yaklaşık 1 aydır yazmıyormuşum örneğin. Kısa bir özet yapıp 1 ayın açığını kapatalım.
THE TRAUMA
Birazdan okuyacaklarınızı anneme anlatmayın lütfen, çok üzülür. Geçen hafta işe giderken otobüse bindim. Durakta indikten sonra kaldırımda yürürken arkamdan Kurtlar Vadisi Memati tipli birisi yolumu çevirdi. "Minibüste ne parmak atıyon lan" dedi, "Ne diyosun kardeşim" demeye kalmadan "düzgün dur lan" diyerek okkalı bir küfür salladı. "Ne diyosun asıl sen düzgün konuş" dedim, herif geldiği gibi kayboldu gitti.
THE BARBER SHOP
Beni tanıyanlar bilir, yaklaşık 6 aydır saçımı kestirmeyip bir Chuck havası yaratmaya çalışıyorum. Zaten arabam da Yaris. :)
Ama son günlerde saç kontrol edilemez bir hal almıştı, ayrıca kestirmem için çevre baskısı da iyice artmıştı. Ben de alışveriş merkezlerinden birinin ünlü berberine saçı biraz kısaltmaya gittim. Herife derdimi anlattım, fazla kısalmasını istemediğimi filan söyledim. Dedi ki abi ben anladım, saçını öyle bi kesicem ki çok güzel olacak. Saçımın sağına soluna pensler taktı, acayip tekniklerle kesti filan. Sonra pensleri çıkarttı, yıkadı ve sonuç: 6 ay önce Boyacıköy mahalle berberindeki saçını kestirmiş Horatio! Çok canım sıkıldı. Şimdi bi 6 ay daha bekleyeceğim. Neyse bu arada baskı yapan çevre rahatlamış oldu.
KIP
Geçenler Erdem ve hanımefendi ile Asmalımescit'te buluşmuştuk. Biz biraları yuvarlarken Erdem'in yanına bir kız geldi. Konuştular, sonra kız gitti. Kendisi meğerse kip imiş.
THE CONCERT
Dün Parkorman'da Alanis Morisette'i dinledik. Ben pek emin olamadım o muydu değil miydi... Bana fazla tombik geldi. Üstelik o pembe penye hiç yakışmamıştı. Ama konser muhteşemdi. Mini bir Jagged Little Pill dinletisiydi aslında. "Uninvited" ile başladı, "all i really want" ile devam etti. "Ironic" ve "thank u" ile bitirdi. Bu akşam yine Parkorman'dayız. Whitesnake dinlemeye gidiyoruz.