28 Mart 2007 Çarşamba
Beyonce feat. Shakira
26 Mart 2007 Pazartesi
Ultraviyole
Söylenen saatten 10 dakika sonra sahnede yerini alan Mor ve Ötesi’ni ön taraflardaki sıkı hayranları müthiş bir alkışla karşıladı. Salonun geri kalanı sanki benim gibi, olsa olur olmasa da olur havasındaydı. Gitara meraklı olduğumdan böyle konserlerde gitaristleri dikkatle izlerim, hangi melodiyi hangi perdeden çalarlar, nerede hangi akoru basarlar öğrenmek isterim. İlk şarkıyla birlikte yine hem solist Harun Tekin’i hem de … izlemeye başladım. O da ne? Duyulan melodiyle yaptıkları hareketlerin ilgisi yok. Diyelim ki belli bir melodi duyuluyor, ama her iki gitar da ritm tutuyorlar. Birkaç şarkı daha izledikten sonra kesin kararımı verdim, arkada bir bilgisayar desteği var ve istedikleri zaman onları önceden kaydedilmiş melodilerle destekliyor. Bu durumda konserin %100 canlı olduğunu söylemek mümkün değil.
Genelde “Dünya Yalan Söylüyor” albümlerinden şarkılar söyleyen Mor ve Ötesi, 2 saat boyunca sahnede kaldı ve 1 kez bis yaptı. İlk zamanlarındaki albümlerinden de bazı şarkıları çaldılar ama onları bilen çok az kişi vardı salonda, öndeki sıkı hayranlar bile nadiren eşlik edebildi.
Yine de iyi bir konser oldu. Cumartesiye yakıştı.
25 Mart 2007 Pazar
Akıldan Geçenler
Sabah sokaklar tenha..herkes İstanbul’a taşınıyor..gitmeden bir görüşsek keşke..
Mevsim bahar oldu ama niye aşık olamadım bu sene?
24 Mart 2007 Cumartesi
23 Mart 2007 Cuma
7. Köpek
21 Mart 2007 Çarşamba
Hadi hadi Gadget kollar!
19 Mart 2007 Pazartesi
I'm a Survivor!
Bir diğer seferinde de yandaki amcanın biri camını açıp selam verdi ve monoloğa girişti. Amca politikadan dörtnala çıkmış siyatik ağrılarına ilerlerken ben de arabada bileğime güdümlü kesici madde aramaktaydım. Neyse ki bu esnada amcanın şeridinde trafik başladı. Trafikte akmayan da hep benim şeridimdir bunu da belirteyim. Çölde kutup ayısıyla sürdürdüğüm uzatmalı ilişkim bitmek bilmiyor.
Bir önceki görev yaptığım yer evime o kadar uzaktı ki, bütün İstanbulu verev geçiyordum diyebilirim. Bu sırada İstanbulun bütün arterlerinde direksiyonumla göz göze uzun süreler geçirdik. Sabah ters trafikten faydalanıp 1,5 saatte çabucak gittiğim mesafe akşam güya yine ters trafik olmasına rağmen 2,5 saati buluyordu. Akşamki olayı anlayamıyorum zaten, sabah o tarafa geçmedi bunların hiç biri, gözümle gördüm. Işınlandınız mı ne yaptınız kardeşim nasıl biriktiniz bu tarafta. Arabadan inip burası ters trafik ne işiniz var burda yav diye haykırasım gelip gelip gidiyor. İlk bir kaç günden sonra genelde yaptığım gibi kendimi toplu taşımanın şevkatli kollarına bıraktım, ama ne bırakış.
Düşündükçe kurt russell'ın Los Angeles'den kaçış filmi geliyor aklıma. Kısa bir yürüyüşle başlayan yolculuğumuz banliyö treniyle devam ediyordu. Bir Ankaralı olarak İstanbulun banliyö treni deyince aklıma madmax teki gibi çetelerin yolcuları dışarı attığı, ayaklarından bağlayıp trenin peşinde sürüklettiği bir 3. sayfa mekanı gelirdi. Öyle değilmiş, tıngır mıngır gidiyor yavaş yavaş. Oradan hemen deniz otobüsüne aktarma. Deniz otobüsü gayet rahat fakat tek sorunu sonuncunun 6:30'da olması. İdo da mesailer kaçta bitiyormuş bilmiyorum ama çoğu insan hala çalışıyor o saatte, mantığı çözemedim. Neyse, trenden deniz otobüsüne geçiş yolculuğumuzun en adrenalinli tarafı. Çünkü trenin gecikme potansiyeline göre bu yürüyüş süreci "eller cepte ıslık çalarak"tan başlayıp "topuklar kaba eti döve döve koşmak" moduna kadar değişkenlik gösterebiliyor. Deniz otobüsünde nefeslenip karşı tarafa vardığımda başka bir dilemma bekliyor: otobüse binip trafiği çekmek mi, yoksa finiküler + metro + taksi veya yürüyüşü kullanıp eve giden yolu 3 e katlayıp trafikten kurtulmak mı. Bu karar anlık ruh hallerime göre değişiyordu tabi. Bu arada finikülere daha zor bir isim koyabilirler miydi acaba diye düşüncelere gark olmuyor değilim. Klavyenin üstünde kedi yürümüş de, bu iyi bu olsun demişler gibi. Bu geliş gidişlerde bir sürü renkli insan gördüm demek isterdim ama herkes uyukladığı için ben de burnumu kitabıma gömmeyi tercih ettim. Kim demiş trafiğin faydalı yönü yok diye, kitap okumaktan hatip oldum.
Uzun sözün kısası, gördüğünüz gibi deniz otobüsü heybeliadada durup da bi fayton sefası yapmamıza müsade etse, istanbul sınırları dahilinde kullanmadığım toplu taşım aracı kalmamış olacaktı. Yani Horatio'nun dediği gibi I'm a Survivor! Neyseki bir potpori tadındaki bu günler bitti de ben rutin trafikte sıkılıp kendi kendime ya şundadır ya bunda oynadığım günlere döndüm.
Yeni görünüm
Yeni tasarıma geçmemizle birlikte blogun sağ tarafındaki aburcuburlarımızı kaybettik. Tekrar yerlerine koymamız biraz zaman alabilir. Çevreye verdiğimiz geçici rahatsızlıktan dolayı özür dileriz.
17 Mart 2007 Cumartesi
Best of, Mest of..
15 Mart 2007 Perşembe
İskender
Önce sosu hazırladım. Gayet basit, salça suyla karıştırılıp istenilen kıvama getirilir. Zeytinyağlı tavaya boşaltılır, kaynayana kadar karıştırılır. Sonra hazır dönerleri, kare kare keserek diğer tavaya attım. Dönerler ısınadursun, ekmekleri parçalayarak tabağın tabanına yerleştirmeye başlayalım. Dönerleri tavadan alıp ekmeklerin üstünün tamamını kapatacak şekilde yerleştirelim. Daha sonra kaynamış sosumuzu dönerlerin üstünde gezdirelim. Tabağın kenarına biraz da yoğurt koyalım. İşte sonuç:
İskenderim o kadar lezzetliydi ki, fotoğrafını çekemeden hepsini indirdim mideye. Ayşe's World'den öğrendiğime göre yemek yapan erkek seksi oluyormuş. İskender yapmak seksiliği öldürür mü acaba?
14 Mart 2007 Çarşamba
evet ama bir hımbıl bunu yapabilir mi bakalim
Ben ömrüm boyunca sporu belli bir mesafeden sever oldum. Futbol bile sevmem, takım falan alakam olmaz. Yapılsın edilsin, çok şahane ama ben almayayım mümkünse diyenlerdenim. Yüzme dışında hiçbir spora katılmak fazla heyecanlandırmaz beni. Aslında bir ucundan dahil olunca çaba sarfediyor insan. Ortaokulda zorla sokulduğum hentbol takımından hiç hazzetmeme rağmen 1 sene sabırla antrenmanlarda kıçımı başımı morartmam buna örnek sayılabilir (artık 13 yaş uyarımız var nasıl olsa kıç da derim başka şey de derim). Ama beni bıraksanız hayatta aklıma gelmezdi parmağımı kımıldatmak.
Ama nolduysa 1,5 sene kadar önce oldu. Kafamı bir yere çarpmış veya erken andropoza girmiş olabilirim bilemiyorum. Belki de çikolatadan aldığım serotonin yetmez oldu (o kadar da yiyorum ama). Önce kayağa sonra dalışa başladım. Eski arkadaşlarımdan gözleriyle görmeyenler hala inanmıyor, gözleriyle görenler de ısrarla film hilesi olasılığı üzerinde duruyor. Annem bile hımbıl oğlunun her haftasonu aktivitesel bir yerlere üşenmeden koşmasını, uzaylılar tarafından kaçırılmış olmamla açıklıyor.
Dalışı, sezon başlayıp ben şevke gelince başka bir post konusu yapmayı düşünüyorum. Kayağa nasıl başladığımı da zaten daha önce anlatmıştım. Ben geçen haftasonu üstünde durmak istiyorum.
Daha önce hep kartalkayada kaymıştım. Tabi bir kere gittiğim Ilgaz'ı saymazsak. Orası da zaten çocukken gittiğimiz Gençlik Parkını hatırlatmıştı bana. Her tarafta mangal dumanı, tonton yaşlı teyzeler, yiğenim nirden aldın bunu diye gadanalah efektiyle önüne çıkan amcalar.. Hafta sonu ilk defa uludağa gittik.
Cidden ulu bir dağmış yalan değil. Ama eteklerde kar olmadığı için, çıkan her salak gibi ben de yolda "bu ne, çim kayağı mı yapıcaz eki eki" dedim itiraf eder affınıza sığınırım.
Ortam gerçekten de kartalkayadan epey farklı, bir çok otel var ve her yer cıvıl cıvıl. Hatta fazla cıvıl cıvıl, insan rahatsız oluyor kayakçıdan çok etrafa poz veren insan görünce. 1. bölge pistleri tıklım tıklımdı, ve artık (ehem ehem) bendenizi kesmiyor böyle kolay pistler. Biz de ağaoğlunun liftpass'ını aldığımız için doğru kuşaklıkayaya yollandık. Yalnız diğer tarafa ulaşmak için labirentimsi bir sürü pisti aşmak gerekiyor. Bubble'lar gondollar derken insan rahatı hissediyor ne yalan söyliyim. Neyse o tarafta kar da daha iyiydi pist de tenhaydı. Ama artık mevsim sonuna yaklaştığımız için bütün pistler taş ocağına dönmüş, aralarından itinayla süzülmek gerekiyor.
Dediğim gibi herbertiniz epey geliştirdi bu işi süzüm süzüm süzülüyorum, hatta artık deneysel yöntemlere bile giriştik :)
Gece hayatı ise kartalkayadan bayağı farklı. Kartalkayada eğlencemiz (takatimiz kaldıysa) king oynamaktı. Uludağ da envayi çeşit bar pavyon, ne arasanız var. Beni cebren ve hile ile St. Bernard diye bir yere götürdüler, ama ben barın maskotu milan isimli st. bernardın üstünde uyuklamaya başlayınca pılımızı pırtımızı toplayıp saadet yuvamıza döndük. Bu arada milan sabah üstüne düşüp şişirdiğim parmağımı oyun maksatlı dişleyince şaşan feleğim beni epeyce uyandırdı o ayrı.
Bu seferkinin bir farkı da turla gitmemiz oldu. Akşam o yorgunlukla direksiyon sallamamak ne büyük keyifmiş, ohh disko disko.
Neyse efendim döndük yine yuvamıza. Bana geriye güzel hatıralar ve karda yanıp arap tenasül organı kıvamına gelmiş suratım kaldı. Sezonu kapattık sanırım, seneye kadar beklemek farz oldu.
Not: Başlık, Woody Allen'in "Evet Ama Bir Lokomotif Bunu Yapabilir mi Bakalim" isimli şahane kitabından araktır.
12 Mart 2007 Pazartesi
Durak
9 Mart 2007 Cuma
Herbert
6 Mart 2007 Salı
Çekiyoruuum
Aşağıdaki bu fotoğrafı bu gece çektim. Objektif aya yakınlaşabildiği kadar yaklaşmış. F değeri 5,5, shutter speed 1/100. Fotoğrafı çekerken elim makineyi titretmesin diye, 2 saniye geç çekmeye ayarladım. Sonuç hiç fena değil.
Pazar akşamı inanılmaz bir yağmur vardı İstanbulda. Sürekli şimşek çakıyordu. Acaba bir şimşek fotoğrafı çekebilir miyim dedim kendi kendime. Başladım deklanşöre basmaya. Şimşek çaktığı anda fotoğraf çekebilecek kadar süper reflekslerim olmadığından. Shutter speed'i 15 saniyeye ayarlayıp arka arkaya onlarca fotoğraf çektim. Sonuç hüsran. Aşağıda o gecenin en iyi fotoğraflarını görüyorsunuz. 1. fotoğrafta şimşek filan yok, 2. fotoğrafta şimşek bulutların arkasında kaldığından sadece parlaması görünüyor, 3. fotoğrafta miniminnacık elektrik atlamaları görünüyor. 4.de yine parlama.
Makineyi aldıktan 3 ay sonra hevesim tamamen kayboldu. Ne maymun iştahlıymışım diye düşündüm. Makinenin manuel ayarlarını da yukarıdaki fotoğraflardaki gibi arada bir kullanır oldum. Tam otomatik neyimize yetmiyor canım.
5 Mart 2007 Pazartesi
Conan the Republican
Dün akşam Koşan Adam (The Running Man) vardı. 1987 yapımı bu bilimkurgu filminde sebepsiz yere suçlanan Arnold abiyi ölümcül bir oyuna sokarlar. Oyuncular peşlerinden gelen avcılar tarafından öldürülmemek için kaçarlar, tabii AS tüm avcıları öldürür, bu sırada kendini de aklar.
AS deyince hepimizin aklına gelen ilk film herhalde Terminator'dur. İlki 1984 yılında, ikincisi 1991, üçüncüsü ise 2003'te çekilen serinin en çok ikinci filmini severim. Sanırım şekil değiştiren eriyik metal T-1000 yüzünden. Bu arada farketmiş miydiniz, o zaman T-1000'i oynayan Robert Patrick, The X-Files'ta Ajan Dodgett'ı canlandırıyor. Her ne kadar Dodgett, Mulder'ın yerini tutmasa da iyi götürüyor diziyi. Bu başka bir yazının konusu. İlk filmi diğerlerinden daha az sevmemim sebebi o filmde Arnold'un kötü adam olması mı acaba? Terminator 2'nin müzikleri arasında bulunan Iron Maiden'ın "You could be mine" şarkısını da unutmayalım yeri gelmişken.
Terminatörlerden sonra en beğendiğim AS filmi, Total Recall. Türkçe adıyla Gerçeğe Çağrı. 1990 yapımı bu film 2084 yılında geçer. Arnie, insanların istediği rüyayı görmesini sağlayan bir şirkete gider ve Mars yolculuğu yapmak ister. Rüyasında daha önce gerçekten Mars'a gittiğini hatırlar ve konuyu araştırmak için gerçekten Mars'a gider. Mars,mutantların yapay havayla yaşadığı bir gezegendir. AS filmin sonunda tüm kötü adamları yok edip Mars'ı doğal atmosfere kavuşturur.
Bilimkurgu türünün dışında olan End of Days'in yeri ayrı. Bu filmde diğerlerinde olduğu gibi cyborglar, Mars'a yolculuk filan yok. Bu filmde Şeytan var. Günümüz New York'una bir kadını aramaya gelen Şeytan baltayı taşa vurur ve Arnold'la karşılaşır. Tüm kahramanlar ve kötü adamlar da New York'a geliyor zaten. Bundan da ayrı bir yazı çıkar zaten. Neyse, Gabriel Bryne'nın şeytan oyunculuğu mükemmel.
Bilimkurgu ve macera filmleri arasında Eraser, Collateral Damage gibi filmler ortalamanın biraz altında bence. AS'nin asıl ünlendiği Herkül New York'ta, Barbar Conan ve Kızıl Sonja gibi Arnold Strong filmlerinden ise hiç zevk almam. AS'nin hiç bulaşmamış olmasını umduğum komedi filmleri ise tam bir felaket. Twins, Junior -hani hamile olan Arnold-, Jingle All the Way (maalesef sinemada izlemiştim) birbirinde kötü filmler. Tamam, fikirler orjinal ama filmler olmamış hiç.
2003'ten beri California Valisi olan Arnold, Barbar Conan lakabını Cumhuriyetçi Conan olarak değiştirmiş. Bu yaştan sonra bir film çeker mi bilmem, belki Terminator 4. Olsun, çektiği filmler bize yeter.
Halka verir talkını, kendi yutar salkımı
Neyse yine uzattım konuyu, bahsedeceğim linki Radikal de gördüm. Masayı derleyip toplama konusunda çok başarılı bir yöntem geliştirmiş arkadaş:
Uygulamakta fayda olabilir. Ben yapmam heralde o ayrı..
http://kooki.ca/van/
2 Mart 2007 Cuma
Harika bir gece
Reina'dan sonra Pearl'e gittik. Pearl Restaurant&Bar, Bebek'te, muhteşem Boğaz manzaralı üç katlı bir yalı. Cumartesi geceleri '3P Pearl Precious Party' yapılıyor. Bu partide ücretsiz 'Pearl Shut'lar ikram ediliyor.
Pearl'den çıkıp İstanbul Talimhane'deki Dans Bar'a gittik. Dans tek kelimeyle muhteşem bir lokal. Dans sayesinde özlenen disko geceleri geri geldi. Bizim gittiğimiz gece VIP bölümünde yine bir çok ünlü isim vardı.