30 Aralık 2009 Çarşamba

Öz Kilis Kebap ve Lahmacun Salonu

23 senedir aynı yerde olmasında karşın sadece mahalle sakinleri ve müdavimleri bilirmiş burayı. Önce 2007'de blog dünyasında hafif hafif duyulmuş, 2009 başında Vedat Milor'un Milliyet'te yazması ve NTV'deki programında bahsetmesiyle patlama yapmış. Bana ancak bu hafta kısmet oldu.

Gayet sıradan bir mahalle kebapçısı olan Öz Kilis'teki ayinimize sarmısaklı lahmacun, içli köfte ve gavurdağı salatası ile başladık. Herkesin öve öve bitiremediği sarmısaklı lahmacunu ben pek beğenmedim. İçli köfte sıradandı. Gavurdağı'nı çok beğendim, özellikle cevizi fazla koymaları hoşuma gitti.

Oruk kebabı, fıstıklı beyti, çapraz olan küşleme

Ana yemek olarak karışık ızgara söyledik. Yine herkesin beğendiği Oruk Kebabı çok kuru geldi, fıstığını da çok fazla koymuşlardı. Ancak fıstıklı beyti ve küşlemeye diyecek şeyim yok. Özellikle küşleme inanılmaz lezzetliydi.

Mekan sahiplerinden Hasan Usta, bize inanılmaz bir ilgi gösterdi. Her yiyeceği beğenip beğenmediğimizi sordu, fazladan birer çay daha ısmarladı. Bunu ODTÜ mezunu olduğumuzdan, işimiz ya da ödeyeceğimiz para için değil, 150 TL'lik bir fotoğraf makinesi ile Ayşe's World tarzı fotoğraf çektiğimiz için yaptı.

Tatlı olarak künefe yedik, olağanüstü güzel olduğunu söylemem.

Fiyatlar mahalle kebapçısının biraz üstüne çıkmış muhtemelen popülerliği arttığından, ancak öyle abartılı değil. Biz yukarıdaki menüye ayranla birlikte adambaşı 30 TL ödedik.

Eve dönüp İnternetteki yorumları okuduğumda burada yiyebilmek için zaman zaman 1 saat sıra beklendiğini okudum.

Sonuç olarak, evet kesinlikle gidilmeli ve yiyeceklerinden tadılmalı bir yer burası ancak o kadar da abartmayalım derim.

Öz Kilis Kebap ve Lahmacun Salonu, Hırka-i Şerif Caddesi, Bedrettin Simavi Sok. No:5 Yavuzselim / Fatih

Not: Bakalım Taksim'de bu sene hangi milletten kadınları taciz edeceğiz? Herkese mutlu yıllar!

Anılar


Pazartesi sabah bir vekalet işi için notere gitmem gerekti. Bizim evin yakınındaki bir notere uğradım işe giderken. Noterde teftiş vardı, herkes acayip telaşlıydı. Noter beyi de odasından atmışlar, kuytuda birinin masasının kenarına ilişmişti. Eski günlerim gözümde canlandı. Kimliğimi ve vekaletname örneğini görevli kıza verdim. O sırada Noter bey getir götür işlerini yaptığını tahmin ettiğim elemana "Oğlum insan bir kravat takar bari, ne bu hal" dedi. Adam da " Bana mı geldi, müfettiş ne olacak" gibi bir şeyler mırıldandı. Noter bey ise fırçaya başka bir elemanı üzerinden devam etti, "Olur mu hiç kravatsız Ayşe Hanım, bizim de bir imajımız var sonuçta noter olarak değil mi efendim?" diyerek. O sırada gelen müfettişlerden sorumlu kadıncağız ise "Kırmızı kalem, kırmızı kurşun kalem verin bana" diye içeri daldı. "Ama Ayten Hanım biz de kırmızı kurşun kalem yok ki!", dedi benim işlemimi yapan kızcağız. "Aldırın o zaman hemen 6 tane!" diye talimat verdi Ayten Hanım. Kim alacak, Salih alsın, Saliha alsın derken Noter beyin son lafıyla makaraları koyverdim. "Bunlar iki kişi değil mi yahu, 6 taneyi ne yapacaklar, iki elleriyle kontrol etseler bile fazla, tövbeestağfurullah tövbe....neyse gidin alın hadi çabuk."

Sevgili Noterbeyamca, sen benden daha çok görmüşsündür ama bu müteffiş mileti böyledir işte, saçma sapan istekleri vardır (sözüm meclisten dışarı). Kırmızı kurşun kalemle yapacağı kontrolün normal kurşun kalemle yapacağı kontrolden ne gibi artı bir katma değer yaratacağını sorsan söyleyemez ama ister işte. Sen dua et, kolonyasının kaldığı yeri, kendisi yokken kullanılmış mı kullanılmamış mı anlamak için, şubeden ayrılırken işaretleyen, sonra da geldiğinde işaretin altına indiyse herkesi fırçalayan birileriyle çalışmıyorsun. Seninkiler sadece 6 tanecik kırmızı kurşun kalem istemişler :)

Çıkarken odaya baktım, benden bile genç iki erkek teftişçilik oynuyorlardı.

27 Aralık 2009 Pazar

I lose my right to a point of view

Benim bayıldığım bir şeydir tamirat, eğer üşenmezsem. Elimden de gelir aslında. Bazen gaza geliyorum, daha önce anlatmıştım maceralarımdan birini. Ama bazen de uyduruk bir çözüm buluyorum öööylece yatıyor işler. Hatta bazen o bile olmuyor. Mesela ne için aldığım belli olmayan raflı kutu, sonunda horatio sinir kirizi geçirip bir buhran anında kurana kadar 2 yıl yattı yarı çakılı halde. Şu an sehpa olarak kullanıyoruz o ayrı. Neyse efenim ben her iki ruh halim için de internette esin kaynağı buldum:

İkea Hacker

Bunlar ikea’dan aldıkları malzemelerin köşesini bucağını budayıp törpüleyip çivileyip başka bir şey yapan, matkap, elektrikli testere, zaman ve istek sahibi güzel insanların sitesi. Çok yaratıcı fikirler var. İnsanın bütün evi baştan yapası geliyor baktıkça.

There, I fixed it

Burası tembel dahilerin toplanma yeri. Sorunları temiz olmayan, düzenli olmayan, estetik hiç hiç olmayan yöntemlerle çözenler için. Yuh dedirtenler olduğu kadar viki the vikingmişcesine fikir çaktıranları da var. Türkiye’den bir örnek bile buldum. Ayrıca çok çok komik yorumcuları var ve site sahibi en komiğini resmin altına ekliyor. Canın sıkılınca dolaşmalık.

Ama asıl güzel olan bakış açısı farkı. Aynı kitaplığa birisi yaratıcı derken öbürü saçmalama kuzen diyebiliyor. Internette herkese yer var.

25 Aralık 2009 Cuma

Müstakbel tertiplerle hemen tanışmaca

Bir ticari zeka örneği "Dövizle Askerlik Paketi":

"Dövizle Askerlik Paketi" Ocak 2010 celbinde dövizle askerlik görevini yerine getirecek asker adayları için hazırlanan ve askerlik süresince ihtiyaç duyulacak olan malzemelerin bir araya getirildiği bir askere hazırlık paketidir.

ve Ocak 2010 tertibinin Facebook sayfası.
Oysa bizim zamanımızda öyle miydi mirim?

22 Aralık 2009 Salı

Kidemli kademeli kel

"Ooo Bioblas almışsın" dedi. "Evet abi" dedim, "saçları kestirince yanlardan açılmaya başladığını tekrar farkettim". "Biz de geçtik bu yollardan yiğenim" dedi, "defne sabunu adımını atlamışsın." "Eee sayenizde" dedim.
Sonrasında ne varmış görücez bakalım.

21 Aralık 2009 Pazartesi

Siklamen


gidip havayı değiştirdiğin zaman siklamen
bir fransız filminin içine giriyoruz birlikte
nasıl birisin? nasıl giriyorsun benim hayatıma
afedersiniz siklamen demiştim bir gün bir yerde
siklamenin meleksi formlardan oluştuğunu biliyor musun siklamen
ama yüreğinde ölümü anımsatan bir krizantem var
onu dolduramıyorsun sadece havayı değiştiriyorsun
yaprakların yüreği andırıyor ve birisi
giriyor oraya senden ve benden habersiz
o yok-biri kurumuş siklamen yaprakları gibi
kızıl bir bayrak gibi koruyorsun o yok-birini
kalbin siklamen petalleri gibi gizli dokunmaya korkuyorum
korkutma beni ve o yok-birini
orada kal sağlam kızıl bir bayrak gibi

Lale Müldür'ü Destina dışında pek fazla tanımayanlardanım. Daha fazla okumak lazım.

Bu arada ne güzel çiçeksin sen siklamen,
bana onu hatırlattığın zamanlar dışında..

17 Aralık 2009 Perşembe

Ne güzelsin sen Eminönü

Taaa geçen yılın Şubat'ında demişim, bu Eminönü çok güzel, gezip görmek lazım diye. İşte o zamandan beri fırsat buldukça atıyorum kendimi, her seferin bambaşka bir şey keşfediyorum. Tarihi eser değil keşfettiklerim.
Örneğin, Mısır Çarşısının Tahtakale tarafındaki dış duvarına yapışmış onlarca peynirci varmış. Ezinesi, eski kaşarı, Erzincan tulumu... Çeşit çeşit peynir, fiyatları da market fiyatlarından düşük. Tatma imkanı olduğundan en beğendiğin peyniri alabilirsin. Satan esnaf da case study olacak cinsten. Aralarında garip bir iş bölümü var, tüm gün tek yaptığı iş sokaktan geçene peynir tattırmak olan biri var her dükkanda. Kapının hemen dışında duruyor, işin pazarlamasını bu yapıyor. İçerde camekanla ayrılmış bir bölmede peyniri kesen ve tartan beyaz önlüklü birisi var. Bu da yeri geldiğinde pazarlamacılık yapıyor ama asıl işi müşteriye peynirini tedarik etmek. Camekanın yanında vakumcu var, bazısı peyniri özel vakumlu kapta istiyor, o da o işten sorumlu. Tabii olarak patron ya da patronun oğlu da kasada duruyor.
Eminönü meydanından gelip, peynirleri tada tada boylu boyunca geçince Mısır Çarşının Tahtakale çıkışına ulaşılıyor. Buradaki o müthiş taze çekilmiş kahve kokusu nereden geliyor diye bakınca, köşedeki Kurukahveci Mehmet Efendiyi ve önündeki uzun kuyruğu görüyorum. Kaç kere gittim, hafta içi hafta sonu farketmedi, o kuyruk vardı. Halkımız taze çekilmiş kahveyi seviyor mirim.
Buradan, yani peynircileri geçip keskin bir sağ yaptıktan sonra o daracık sokakta devam ederseniz, sağlı sollu bir sürü dükkanı geçersiniz. İlk 50 metresinde ambalajcılar yoğun. Bu aralar yaklaşan yeni yıl nedeniyle yılbaşı süsüne ayırmış durumdalar ürün portföyünü. Şişme Noel Baba fantazisi olan buradan edinebilir. Sokağın sol tarafında Hasırcılar İş Hanı var. Burası benim için lunapark. Her çeşit USB kablo, şarj cihazı, telefon tuş takımı, lcd paneli, kılıf, kulaklık yani akla gelebilecek bin bir türlü elektronik ıvır zıvır var.
Sokağı yürümeye devam edersek kağıtçı, ambalajcı, kuruyemişçi esnafını geçtikten sonra ahşap ürünler satan bölgeye geliyoruz. Raflar, dolaplar, bastonlar, ne işe yaradığını anlamadığım boy boy çemberler... Herhalde bir açıklaması vardır.
Bu arada bir yerden itibaren sokağın sağ tarafında Rüstem Paşa Cami başlıyor. Caminin bitimindeki sokaktan deniz yönüne doğru yürürseniz, köşede dünyanın en süper işporta ayakkabı tezgahını görebilirsiniz: Cami önünden çalınan ayakkabılar tezgahı! Güzelce temizlenip boyanmış, aralarında ne model, ne tarz birliği olan onlarca çift ayakkabı.
Hemen etrafında endüstriyel mutfak malzemeleri satan esnafın dükkanları var. İlerde eve yaptıracağım dönerci köşesi için, tezgahı nereden alacağımı buldum bile.
Keşiflerim devam edecek...

BÜYÜK AÇILIŞ

Herbert, TGM, Melontheroad, Horatio

İlk göz ağrımız, şahane blogumuz Hocam Dersi Blog Yapalım'a geri döndük. Herbert ile gittiğimiz yerlere damsız almıyorlardı zaten, melo'yla biraraya gelmemiz iyi oldu. İş, güç, yoğunluk filan derken 14 Aralık'taki 3.yıldönümü şerefine yapacağımız Büyük Açılış'a biraz geç kaldım AMA artık buradayım, öyle laf sokmalara pabuç bırakmam ulan.

dan brown'ı dinliyorum gözlerim kapalı


Bu aralar yine köprü geçer hallerdeyim. Her akşam trafikte balataları sıyırmamak için alternatif yollar arayışıma, biçare gps de elinden geldiğince katkıda bulunuyor. Ama dur ben Navturk'u ayrı bir post yapayım, malzeme çıktı. Neyse efenim bu sabır testi yollarda müzik dinlemekten insanın sıtkı sıyrılabiliyor kolaylıkla. Hele ki ben gibi maymun iştahlılar. Arabadaki cdlerden zaten çoktan bıktım. Bir ara Glee'yi dinledim bolca ama sıktı (dur o da ayrı post olsun). Radyo desen ruh halime uymayınca onu da dinleyesim gelmiyor. Uzunca bir süre modern sabahlar podcastlerini dinledim ilaç niyetine. ama onlar da podcastleri aksatıyor bu aralar, zaten onu indirip cd ye yazmayı da unutuyorum. Kitap deseniz araba kullanırken nasıl olcak o iş derim de yolcuyken bile fazla okuyamıyorum, dalgalanıp duruluyor mide. Bir nefes olsun diye audio book olayına girdim. Daha önce de şehirlerarasında denemiştim, iyi oluyor. Efenim indiriyorsunuz internetten, ondan sonra siz istediğiniz işi yaparken o mırıl mırıl okuyor size, radyo tiyatrosu gibi, bayılıyorum. Sanki böyle isviçre alplerindeki kabinimizde yaşlı ninem şömine başında bana masal anlatırmışcasına ( bu olmadı gibi). E tabi konsantrasyon seviyesi gereği öyle nietzsche falan dinleyemiyorsunuz. Böyle hafif çerezlik, ilgiyi yüksek tutacak ama çok yoğunlaşmayı gerektirmeyecek bir şey lazım. Lost Symbol'dan daha iyi nolabilir bu durumda deyip indirdim. Henüz daha ortalara geldik ama tırışkanın tırışkası bir kitapmış, yine de dinliyor insan. Bu noktada 2-3 kitap dinlemiş biri olarak tavsiyem kimin okuduğunu araştırın, çok mühim. Sıtma görmemiş dana oktavında sesleriyle okuyanlar bile var. İngilizler biliyor bu işi. Mesela Harry Potter'ların bir İngiliz bir Amarikan versiyonu var, Stephen Fry'lı biritiş versiyonu bin basar. Bazı beleş kaynaklar olduğu gibi (misal) genellikle 7-8 dolaresinize bakıyor bir kitap. Tabi internetten torrentti rapiddi indiryormuş insanlar, çok ayıp.

Bir de kindle alasım var bu aralar ama frenliyorum kendimi. Yok yok almıyım ben onu.

16 Aralık 2009 Çarşamba

halka verir talkını kendi yutar salkımı

güzel bir atasözümüzdür. başkasına verdiği öğütlere, telkinlere kendisi uymayanlar için kullanılır esasen. ama yeri gelince, arkadaşlarını sözlü yazılı "14'ünde postlar hazır olacak haaa" diye tacizlerle ikide bir dürten, fakat 16sı akşamı olmasına rağmen kendi safahat alemlerinden tenezzül edip de iki cümle kurmayan sıpalar için de kullanılmasında bir sakınca görmüyorum. sordum, fıkıh alimleri de benimle aynı kanaatte. caizmiş.

15 Aralık 2009 Salı

HEDİYE OYUNU

Aslında niyetim hepsiburada.com'un attığı kazığı anlatmaktı ama yılbaşı arifesi yeni yıl ile ilgili güzel yazılar yazmak adettendir diyerek konuyu değiştiriyorum.

Yılbaşında evde kalıp oyun oynamak isteyen ama Tabu, Trivial Pursuit ve Tombala'yı çoktan tüketmişler için ilk defa geçen yılbaşında oynadığımız bir oyunu anlatacağım. Belki siz de beğenip oynarsınız. Ancak baştan söyleyeyim de çok samimi olmadığınız kişilerle oynamayın, gece tatsız bitebilir. İnsan gerçekten hırslanabiliyor.

Önce 3 tane konu seçiliyor. Biz geçen sene EĞLENCELİ, KULLANIŞLI ve KIRMIZI seçmiştik. Oyuna katılacak herkes diğerlerine söylemeden bu konularda limitler içinde birer hediye alıyor. Örneğin, ben geçen sene eğlenceli konusu için bir duş radyosu, kullanışlı konusu için bir porselen kapaklı süzgeçli kupa, kırmızı konusu için de kış desenli kırmızı bir yastık almıştım. Yılbaşı gecesi hediyeleri herkes yanında getirdi ve kategorilere göre ayırıp çam ağacının altına koyduk.

Oyun 2 turdan oluşuyor. İlk turda herkes zar atarak, sayıların anlamına göre hediyeleri toplamaya başlıyor.
1. Eğlenceliden bir tane al
2. Pas
3. Kullanışlıdan bir tane al
4. Pas
5. Kırmızıdan bir tane al
6. Pas

Hediyeler herkes tarafından ilk defa o an görüldüğü için gerçekten çok zevkli oluyor. Kullanışlı için alınan tuvalet kâğıdını paketinden anlamayıp da yaşasın en büyük hediyeyi kaptım diye sevinip paketi açan oyuncunun paketi açtığındaki surat ifadesi bizi epey eğlendirmişti mesela. Neyse ki 2. turda beğenmediğiniz hediyelerden kurtulmak ve beğenip de alamadığınız hediyeleri elde etme şansınız var.

Çam ağacının altındaki tüm hediyeler bitince 2. tur başlıyor. İkinci turda süre tutulması gerekiyor. Ama bu sürenin ne zaman biteceğinin oyuncuların bilmemesi daha iyi olur ki sonuna doğru taktiksel hareketler geliştirmesin kimse. Oynamayan biri varsa o süre tutsun. Biz mutfak saatini kurmuştuk ve bir kenara atmıştık, ötünce oyun bitmişti. Oyun süresince kimse saate bakmamıştı tabi.
2. turda da herkes sırayla zar atıyor ve gene her sayının bir anlamı var.
1. Pas
2. Bağış zarı: Kendinde olan hediyelerden birini başka birine ver
3. Pas
4. Hep bana zarı: Başka birinde olan hediyelerden birini al
5. Pas
6. Paylaşma zarı: Kendindeki bir hediyeyi birine ver, ondan bir hediye al

Süre bittiğinde ise herkes elindeki hediyelerle evinin yolunu tutuyor. Eli boş kalanlar için ise üzülüyoruz:)

Geçen seneki oyundan aklımda kalanlar:
* Oyunun sonunda hiç hediye kazanamayan bir arkadaşımız olmuştu. Oyun bitince, ona çok istediği ve diğer bir oyuncuyla oyun boyunca kapıştığı Faruk Malhan tasarımı ikili Koleksiyon çay bardak setini başka bir oyuncu hediye etti. Meğer o da ona vermek için kapıştığı oyuncuyla kapışırmış. Daha sonra evine gittiğimizde öğrendik ki, bardaklardan biri kırılmış! Sanırım bu lanete eğlenceli konusu için aldığı Zeki Müren ve Müzeyyen Senar CDleri olmuştu.
* MOS aldığım kış desenli kırmızı yastığı o kadar beğendi ki, oyunun bir yerinde yastık kendine geçtiğinde kimse fark edip de almasın diye yastığın üzerine oturmuştu. Yastığın koltuğun minderi olmadığı oyunun sonuna doğru fark edildi de yastık bizde kaldı çok şükür.
* En bomba (!) hediyeler olarak kullanışlı için alınan tuvalet kağıdı ve kağıt havlu hediyeleri seçildi ama hediye sahibi bile onlardan kurtulmak istedi. Tuvalet kağıdı bize patladı, kağıt havlu da alan oyuncunun kardeşine kaldı, ya da tam tersiydi.
* Bir adet çam ağacı şeklindeki USB laptop ışığı anlamsız bir şekilde biri 30, biri 10 yaşındaki oğlu için yarışan iki oyuncu arasında kapış kapış gitti. Sonra yaşça büyük olan oyuncu ağabeylik yapıp hediyeyi kovalamayı bıraktı da oyun tekrar heyecanlandı. Aynı hediyeye takılmamak gerek.
* Benim en çok almak istediğim hediyeler kırmızı minderli kucak tepsisi, kırmızı kupalar, kırmızı yastık ve duş radyosu olmuştu. Kırmızı yastığı MOS benim için aldı ve halen kullanıyoruz, ben de kırmızı LAMY kalem ve Garfield kitabı ile oyunu bitirdim. LAMY kalemin arkasını yedim, Garfield kitabının nerde olduğunu bile bilmiyorum. MOS tombala tombala diye tutturduğu için bir adet tombala ve bir adet de bingo oyunu da bize kaldı.
* Pişti olunur mu acaba diye korktuk ama sadece iki oyuncu kırmızı için benzer hediyeler almıştı. Birisininki Paşabahçeden ikili kahve fincanı, diğerininki de aynı desenin ikili kupasıydı. Bunları çok istememe rağmen başkalarında kaldı, o da ayrı.

Bu seneki konularımız ise BEYAZ, KOMİK ve SEKSİ.

14 Aralık 2009 Pazartesi

anne ben ıssız adam oldum


Her şey mikrodalga fırın almamla başladı. Yok, aslında real'e gitmemle başladı. Ya da bize yakın real açılmış olmasıyla da başlayabilir. Neyse işte toz bulutuyla başladı her şey. Sonra yer kabuğu kurudu, Engizisyon Jeanne D'arc'ı yaktı, Sevda Demirel Hande Ataizi'ne tokat attı, bizim mahalleye real açıldı, ben de Ankara’dan kalma alışkanlığımla alışverişe gittim, mikrodalga fırın aldım. Şu noktada yakaladığım memento tadı da beni benden aldı, Allah müstehakımı versin.

Efenim fırını alınca insana bir cümle içinde kullanma hevesi geliyor. Önce bilinen usullerimiz çerçevesinde yemek ısıttık, o tamam. Sonra deneysel çalışmalar başladı, bir kısmı felaketle sonuçlansa da. Mesela kruvasan çok hassas bir yapıymış, biraz fazla tut, içten yanmalı bir şekilde kömür oluyor, kok tadında. Ama mesela zaten kendisi fevkaladenin fevkinde bir oluşum olan probisi düşük ısıda çok az tut mikrodalgada. Imh ımh ımh onun içi böyle yımışacık.

Sonra mikrodalga mısır aldım. Çok sevmiyorum aslında onu, aşırı yağlı tuzlu, yiyince serenserengildudağı gibi oluyor dudaklarım. Ama deneysel aldım yine. Yalnız üstünü okumadan alınca şekerlisinden almışım. Şekerli patlamış mısır mı olur komşular, Amerikalıları her kazurata şeker katmaya alıştıran Cargill’in işi bu. Kahrolsun emperyalizm.

Böyle ağzımı belerte belerte yedim onu. Sonra dedim ki madem mühendisim ben de yaparım bunu. Önce kese kağıdına koydum mısırı, üstüne biraz zeytinyağı, biraz tuz, ağzını kürdanla kapa. Hiksinç bir sonuç oldu, mısırlar yandı ve kümeleşti yuvarlak yuvarlak, bir kese kağıdı dolusu arap toşbili olarak çıktılar mikrodalgadan. Vazgeçtim mi, ASLA!! Bu sefer cam bir kaba koydum mısır zeytinyağı tuz triosunu. Ağzını kapatsam bu ısınınca fırını elimize alırız dedim, açık bıraksam zati olmaz. Üstüne bir tabak koydum, oley ben. Maximum ayarda, patlamalar seyrekleşinceye kadar bekle, sonuç fantastişe. Mısırlar pek leziz ama cam kabımız sıcaktan akkor halini almış, özü olan kuma döndü dönecek, aman dikkat. Galibiyet çığlıklarım karşı yamaçlardan yankılandı.

Bu muazzam zaferle benim yemek yapan yerlerim kaşınmaya başladı. Horatio da bu aralar pilav+konserve barbunya veya pilav+konserve fasulye kombosunu çevire çevire pişirip eminebedermişcesine kasılıyor ortalarda. Sonra bana hava yapıyor güya efenim poşe yumurta ne demekmiş bilir miymişim. Bastıbacak aldı cevabını tabi, sen sümüğünü koluna silerken ben jülyen sebze doğruyordum. Dedim ben yaparım bu işi. Ama böyle güzel bir başlangıç yapmam lazım.

Karar verdim, zehirlersem aileleri tazminat davası açmayacak, yemekten fazla anlamadıkları için bikbik başımın etini yemeyecek çekirdek bir ekibi seçip eve çağırdım. Dedim bu güne kadar makarna ve menemenden başka yemek yapmamış bu eller zincirlerini kıracak, gelin tarihe şahitlik edin. Aç tipler hemen kabul etti tabi.

Ondan sonra menu kısmi geldi. Basta niyet zeytinyağlı dolmaydı ama bayramda annemin yaptıklarıyla overdose olunca dolmadan vazgeçtim. Ondan sonra kendi kendime mikrodalga olayının üstüne gideyim, madem ki bu olayın kitabini yazdım bebek dedim (samimiyim kendimle ne var hallah hallah). İnternette biraz dolaştım, ne çok yemek blogu varmış 3 vakte kalmaz obez olur bu toplum. Ama hepsi dostlar alışverişte görsün siteleri. Gecen bir pasta yaptım millet kapımda kul köle oldu, namıma din başlattılar müritlerim temalı yazılar hepsi. Altta da her biri kendi yemek dinine sahip komsu blogerriyelerden yapay yorumlar: "Canım çok güzel olmuş süpersin, ama ben pişirirken içine bir tutam nane atıyorum, herkes bayılıyor. Zencefil de yakışır. Bize de bekleriz” dese de, alt metin aynen şöyle “bu kıçıma benzemiş bulamacı koymuşsun ya buraya, Allah seni nasıl biliyorsa öyle yapsın pespaye karı. Gel benim bloga da yemek görsün çapaklı gözlerin.” Bir de bloglardaki hepsi yalandan tarifler: “iste yumurtayı kırıyosun, aldığı kadar un koyuyorsun ama puf noktası unu çimdik çimdik koymak oldubitti maşallah” yazıyor çoğunda. Çok sevgili bagyan, ben o karışımın ne kadar un kaldıracağını idrak edecek muhakeme seviyesinde olsam senin kici kirik blogunda ne isim var, pastane açmıştım şimdiye kendime. Neyse ara tara şu brownie tarifini buldum, gayet açık net derli toplu. 7 dakikada da pişiyor. Budur dedim yaparım ben bunu. Aynı sitede gezerken bir de kısır tarifi buldum. Yanına da şanı 7 düvele yayılmış biralı tavuk ve yalancı patlıcan salatasını yaptım mı, daha kim tutar artık beni.

Büyük gün geldi çattı, akşama aç kurtlar gelecek ben hoplayıp her şeyin başladığı reale gittim. Elimde printout malzeme listem, fırıl fırıl dönüyorum. İnce bulgurlar, kenton kakaolar havada uçuyor. Ama Acemciliğin verdiği bir takım sıkıntılar da olmuyor değil. Mesela un mun reyonunda yanımda duran ev kadınıyla şöyle bir diyalog var:

-Pardon kusura bakmayın vanilya bulamıyorum, hangi reyonda olur onlar
-İşte evladım bütün raf vanilya.
-(gözü de bozuk galiba) vanilya değil vanilin onlar hem de şekerli
-E aynı şey evladım
-(nası lan) ımh aynı evet ama şey kemküm (kentonun ceo sunu yakalasam sorucam bunun hesabını vanilyayla aynı şey yazsan elin mi kırılır)

Veya kuru fesleğen bulamadım mesela, kerameti meçhul bir özgüvenle hesap soruyorum nasıl fesleğen olmaz koca markette sizi Ayşe’ye şikayet edicem diyorum, bulup getiriyorlar.

Neyse kör topal bitti alışveriş ama hazırlama kısmında multitasking dağlarına adımı yazdım resmen. Tezgahın üstünde bilgisayar ve bilumum malzeme birbirine girmiş. Ev de yemek yapmaya alışık olmadığı için altyapı zayıf, kayık tabak 1 tane salata kabı 1 tane yetmiyor yetişmiyor, bulgurlar ıslatılıp istirahata çekilirken evde brownie için mikser olmadığı anlaşılıyor, çatalla çırpsam olur mu temalı acil durum çağrıma annem evladım el blendırı verdim ya sana onla çırp diyor, blendır aranıyor. Kullanılan malzemenin ortada bırakılmaması gereği, az sonra başka bir işi için yeniden kullanılacağı gerçeği, kalk gidelim diyen mutfak manzarasıyla tokat gibi iniyor yüzüme. Aklımda 8 milyon tane optimizasyon problemi, şimdi brownieyi yapsam hamur dinlenir ama patlıcan için de lazım blendır, bu arada tavukları hemen yatırayım malzemeye onu emsin ki ben bu arada kısırın soğanını doğrarım diye dört dönüyorum ortada. Bu arada tariflere kızıyorum, önce bir su bardağı yağ koy sonra bilmem ne yap sonra yarım su bardağı un koy. Önce söylesen unu temiz bardakla koyardık şimdi yeni bardak mı kirleteyim yıkayacak durum mu var demeye kalmadan tarif 2/3 su bardağı süt istiyor. “kaç tane su bardağı var sizin evde bacı” diye haykırıyorum istemsiz. Neyse her şey bir şekilde yoluna giriyor, ben kısıra son noktaya koymuş dirseklerime kadar bulgurun içindeyken kapı çalıyor. Allahtan gelen Hızır kod adlı sarışın arkadaş hemen ortalığı toparlıyor bulaşıkları devşiriyor, mutfak ağır sanayi görünümünden kurtuluyor. Tavuk pişiyor patlıcanlar eziliyor, e voila her şey hazır. Bu arada çekirge sürüsü birer birer damlıyor.

Mevcut durum altında sonuç iyi, insanlar memnun. Arada yağı mı az gibi yorumlar geliyor ama tamam diyorum. Hele ki asıl beni tırstırıp 7 dakikada brownie değil banyo süngeri bile olmaz dediğim tatlı evlere şenlik bir lezzette çıkınca kopuyorum zaten. Sürekli çocuğundan bahseden görgüsüz ebeveynler gibi, millet cern deneyinden bahsederken “inanır mısınız mikrodalgada pişirdim” diyorum.

Neyse ben gaza geldim iyice, daha pişiririm bir şeyler. Korksunlar benden bu alemde.

döndük


eski dost gibisi yok dedik, eski ekibin tadı başkaydı dedik, biz HDBY'ın 3. yıldönümü olan bugün geri döndük. Horatio daha detaylı açıklayacak. özlemişiz.