30 Kasım 2008 Pazar

28 Kasım 2008 Cuma

Bir terslik yok mu?

Bu haber geçen hafta çıkmış, kaçırmışım. Sabahtan beri gülüyorum. Sevgili Başbakanımız demiş ki: "Ben YouTube'a giriyorum, siz de girin."
Haber aşağıda...


http://www.ntvmsnbc.com/news/466693.asp

Erdoğan: Ben YouTube’a giriyorum, siz de girin

Gazeteciler, CHP’ye başörtülülerin sokulmadığı yönündeki iddiasını YouTube’deki görüntülere dayandırdan Başbakan Erdoğan’a YouTube yasağını hatırlattı. Bunun üzerine ise Erdoğan, “Ben giriyorum, siz de girin” dedi.


Başbakan Erdoğan, CHP’ye çarşaflı üye katılmasıyla ilgili sorular üzerine “YouTube filan onlara bir girerseniz, oralarda aynı partinin bazı toplantılarında maalesef bırakın çarşaflıyı, başörtülülerin dahi oralara nasıl sokulmadığını, onlara karşı nasıl bir mücadele yürütüldüğünün belgeleri bizim elimizde var” diye konuştu.

Erdoğan, bir gazetecinin “YouTube’ye girilmiyor” sözlerine, “Ben giriyorum, siz de girin” karşılığını verdi.

27 Kasım 2008 Perşembe

Boşandığı eşi doğmamış kızının katiliyle evlendi

Başlık bir 3.sayfa haberine ait. ekşisözlük sayesinde haberdar oldum. Önce başlığı okuyarak ne olduğunu anlayamaya çalışın. Anlayamazsanız buyrun bu bağlantıya tıklayın.

rumble in the jungle

25 Kasım 2008 Salı

Nokya


Nokia E70 modeli ile Blackberry desteği verirken E71 ile Microsoft tarafına kaymıştı. Önceleri sadece ima ediyorlardı ama olan olmuş. Şimdi açık açık Blackberry'ye savaş açmışlar, bu haftaki The Economist'te "tired of paying Blackberry's high fees?" başlıklı bir reklam vermişler. Nasip, kısmet. Hayırlısı olsun.

Doğru orantı


Efenim Eylül ayında Las Vegas'ta işle alakalı temaslarımı sürdürken petrolün varil fiyatı 108 USD'ydi, ve amarikada benzinin galonu 3,8 USD ye alınabiliyordu. (Galon= 3,81 lt) yani litresi 1 dolardı. O zaman kur 1,3 YTL idi. Litre fiyatı 1,3 YTL. Bizdeki benzin fiyatı 3,17 YTL filandı.

Bugün petrolün varil fiyatı 55 dolar yani o zamanın neredeyse yarısı. Amarikada galonunu 1,9 USD'ye alabiliyorsunuz. Yani litresi yarım dolara geliyor. Kur 1,6 YTL. Litre fiyatı 80 kuruş. Bizdeki benzin fiyatı 2,9 YTL.

21 Kasım 2008 Cuma

lost & found

The Fray - You Found Me

19 Kasım 2008 Çarşamba

bu sabah işe gelirken..

http://video.kenblockracing.com/embed/small/204/9183/

On my shoulders


The Do On My Shoulders
Sabah Eksen'de dinledim, beğendim. Bi de konserleri olacakmış galiba Yeni Melek'te

18 Kasım 2008 Salı

İstatistikler

Ağustos 2008 itibariyle;

Toplam çalışan sayısı: 22 milyon 509 bin kişi.
Bunlardan kayıt dışı olanlar: 10 milyon 487 bin kişi.
Kayıt dışı oranı: 46,6%

İş arayıp da bulamayanlar: 2 milyon 439 bin kişi.
İş aramaktan vazgeçenler: 1 milyon 721 bin kişi.

İşsizlik oranı: %16,6

Nevizade sokağından 30 dakikada geçen kişi sayısı: 2 bin.

Hiçbir başarı cezasız kalmaz


Devrim Arabaları'nı kesinlikle izlemelisiniz. Yolunuz sinemaya düştüğünde bırakın Issız Adam'ı, Bond'u vesaireyi, önce Devrim'le tanışın. "Yapmışlar ama benzin koymayı unutmuşlar, nihohoaha" demeyin.

http://www.devrimarabalari.com/fragman.html

önüne bak asabımı bozma benim..

ya yaparsak..
Adamdı kıtamdı, elalemin sümüklü aşkına ağlayacağınıza buna ağlayın bence. Arabayı anlatıyoruz diye kandırıp nasıl muz cumhuriyeti olduk onu anlatmışlar. Bu ülkede araba yapılır mı bilemem ama uzun yıllar sonra bu ülkede güzel film yapılabileceğine ikna oldum. Şovenizm çamuruna batmadan, ne melodramın vıcıklığı ne belgeselin soğukluğu, dozunda anlatım, şahane oyuncular..

17 Kasım 2008 Pazartesi

Kamuoyuna duyurulur

Melontheroad pılını pırtını toplayıp annesinin evine gittiğinden beri blog erkek yurdu gibi oldu. Her yer kirli çorap, dibi tutmuş tencere dolu. Biz de daha fazla bekleyemedik (kusura bakma melon, naz da bi yere kadar) ve ekibe yeni bir bağyan dahil ettik: ElıZa. Kendisinden hello kittylerle, sevgi sözcükleriyle ilgili hanım hanımcık yazılar bekliyoruz. Yeni dörtlü bir foto çeştirene kadar sağ üstteki kalacak.

HDBY adına
Kaygılarımla

Herbert

15 Kasım 2008 Cumartesi

Issız Adam



Klişelerle bezenmiş bir film Issız Adam, ya da bana öyle geldi.Bir türlü filmin içine giremedim,karakterlere ısınamadım. Yapmacık durmuş, sanki biraz aceleye gelmiş. Filmde seçilen müzikler hoştu, özellikle finaldeki "Ayla Dikmen-Anlamazsın" şarkısı çok güzel gitmiş oraya. Oyunculuklar için çok bişey demiycem ama başroldeki kadın oyuncuyu da beğenmedim sanırım.

Bence Çağan Irmak ve seyircisi arasında özel bir iletişim var ve bu yüzden ne yapsa prim yapıyor, beğeniliyor ve ağlatıyor.Benim sorunum belki de bu iletişimi yakalayamamış olmamdan ve filmin melodramik havasının itici gelmesinden kaynaklanıyor.

Yine de Çağan Irmak hayranları sevecektir ona eminim.

12 Kasım 2008 Çarşamba

nerde teselli


Quantum of solace'ı (teselli miktarı) izledim. Ciğerimin bir köşesi ince ince kanıyor hala, sinirliyim.

Nolan'ın Batman için yaptığını ben de bonda yaparım demiş sanırım yönetmen. Ama batman son 2-3 filmle zaten moka batmıştı, daha kötüsünü yapmak imkansızdı.

Kötü adam bakkal hüsmen efendi kadar karizmatik ve egzantirik. Esas Bond kızı hamiyet teyzenin yaprak sarması yapmaktan hoşlanan kızına benziyor. Örgütün şeytani planı baraj yapmaktan ibaret (süleyman demirel'den esinlenilmiş olabilir). Gadgetlar yok, Q yok, martini yanlış, karşılıklı cinsel gerilimli laf sokuşturmalar yok. Hızlı aksiyon sahneleri var bütün filmde sadece. O kadar. Yani karakterin adını James Bond yerine Jason Bourne olarak değiştirsek gayet şahane olurmuş. Filmdeki tek iyi Daniel abimiz, adam Bond olarak doğmuş. Bir "ben senin ağzına.." bakışları. Pierce Brosnan iyiydi ama "dur smokinim kırışacak" tavırları sıkmıştı.

Casino royale'i beğenmiştim. Bondun özüne dönelim, nasıl başladığını görelim fikri iyiydi. Ama mokunu çıkarmadan öze dönelim reca ediyorum.

Not: ama kızın altın yerine petrole batırılması iyi bir detaydı.

Not2: Şarkısı filmden de kötü. 15 tane yaylı koyunca bond şarkısı olmuyor malesef. Amerikalılar seviyor diye her haltın içine hiphop sokmak zorunda mıyız.

10 Kasım 2008 Pazartesi

notes on a plaza

İşim gereği genelde zırt pırt yer değiştiriyorum, gerek şehir içi gerek şehir dışı. Ama zaman zaman plaza ortamlarında da alın teri dökmüyor değilim. İlk başlarda tuhaf gelse de artık alıştım. Fakat plaza da çalışacaklara bir kaç not yazmadan da geçemedim. İşte bana noluyo dedirtenler:

  • Su pınarı: Ben iş yerinde alışığım çaylar gelsin kahveler gitsin. Mevsimine göre koruk suyu içer miyim, göbek karpuzu yer miyim sorulsun. Ama en kötü şey gördüğün günden düşmek, plaza da öyle bir şey yok. Muhtar emminin oğlu da olsan kalkıp alıyorsun çayını. İlk başladığımda, umursamaz halasına emanet edilmiş şımarık çocuk gibi ilgi bekleyen yanlarım kaşındı biraz. Sonra başçavuşun eşşeği edalarımla kalkıp su, çay, kahve ve bilumum sıvıyı nerden edinebileceğimi sordum, büyük ihtimalle plazada filizlenip dal vermiş teyzeye. Sanki iki kere iki kaç eder diye sormuşumcasına şaşırdı. Pek severim böyle tipleri, kendi biliyor diye herkes bilmeli triptörleri. Bir de annesi tarafından limoncello bardağına doğurulmuş garson vardı, melo hatırlar. Neyse efenim teyze "su pınarı köşeyi dönünce" dedi bana. "Su pınarı" deyince ben ceylanların maralların koşuştuğu, ufak bir çağlayanın şakırdadığı bir cennet bahçesi hayal ederek döndüm tabi köşeyi. 19 litrelik damacanayla karşılaşınca yaşadığım hayal kırıklığını varın siz tahayyül edin. Bu kıssadan çıkaracağımız hisse: plazada su içeceseniz su pınarını sorun veya fısıl fısıl konuşan kadınları takip edin.
  • kart: Benim yine eski alışkanlığım, paşababamın konağına girermişcesine dalarım işyerine. Plazada öyle bir şey yok. Kapıda detaylı manyetik arama, çanta tarama ve rektal tuşeyi atlatmak yetmiyor. Bir de kartı gösterip turnikeden geçmek lazım. Orda da bitmedi, gideceğin yere gidince yine kartla kapıyı açmak lazım. Bitti mi, tabi ki hayır. Her tuvalete veya su pınarına çağıldamaya gittiğinde de kart yanında olacak ki döndüğünde kapıyı açasın. Yoksa "amma çişliymiş bu da" bakışları arasında kapı tıklatıp sad sam gözlerini kullanmak lazım. Yemek yerken de yanında olsun sonra bi ton dert. Bu insanlar alışmış, kolu bacağı gibi mütemmim cüz olmuş o kart. Ama benim alışmamış belimde kart durmuyor, zırt pırt unutuyorum mereti. Alnıma zımbalayıp kurtulsam mı.
  • Hava: Efenim ısı tasarrufu sağlamak için plazalarda genel olarak aynı hava sirküle ettirilir, azar da dışardan gelen hava eklenirmiş. Ama çalışanlar bunu bilmezcesine hörül hörül tüketiyor o oksijeni. Birazdan ben yutucam o üflediği kabondioksiti ama beyzadenin umrunda değil, sanırsın yayladayız. Bir içine çekmeler bir üflemeler felan. Bu insanlar yıllardır burada çalışmaktan evrilmiş artık oksijene ihtiyaç duymuyorlar zaten. O teyzenin de damacanaya bakınca su pınarı görmesini beynine giden oksijen noksanlığına bağlıyorum. Ama dışardan gelen benim gibi körpe ciğerler zorlanıyor tabi. İlk gün şarıl şarıl akmıştı gözcağızlarım da, millet çok içli çalışmama vermişti durumu. Sonrasında bir başağrısı bir depresyon, gidiyoruz dedim. Fazla sürmez ben de yakında oksijensizlikten beyin mıncıklaması geçiririm.
  • Asansör: Boş olsa bir dert dolu olsa bir dert. Herkesin girmek veya çıkmak emelinde olduğu saatlerde bir kavimler göçüne tanık oluyor asansörler. Sıcak denizlere açılmaya çalışan ruslar gibi, plaza çalışanlarımız da oksijenli sokaklara yayılmak peşinde. Bu sırada asansör kuyruğu beklemeler. Kıç kadar asansöre bin kişi binmeler. O kalabalıkta elalemin elinin ayağının olmadık yerlerinize samimiyet kurması. Acaba elledi mi, yok ya çarpmıştır hezeyanları. Boş olunca da zembereğinden fırlamış asansör otuz küsürüncü kata bir atıyor kendini, 4g yiyen kulak zarı korkudan östakinin içine kaçıyor.
  • Email: Yaptığım hırlamalar sonucu artık çok güzel değilse fwd mail gelmiyor pek. Ama plazasal ortamlarda temel iletişim yolu email. Sanırım az olan oksijeni konuşarak tüketmemek için, başımız ağrısa grup mailiyle duyuruyoruz söylemek yerine. En son tam karşımda oturan ve bana sürekli "bana mı bakıyor ekranına mı bakıyor" devinimleri yaşatan adam da derdini maille anlatınca çatlayıp sordum. Tükürsen sakalıma deyecek üşenmedin mi o kadar tuşa basmaya dedim. Başkasına da cc yapacakmış. Hay ben senin klavyeni cc.
  • Kıyafet: Bu şikayet etmediğim hususlardan biri. O kadar kadın bir arada olunca rekabet de tavan yapıyor. Böyleyken asansör kuyrukları oluyor sana bir oskar kırmızı halısı ve hatta viktoryas sikrit feşın şov. Yırtmaçlar, file çoraplar havada uçuşuyor. Hepinizin maaşı belli ablacığım nerden hergün ayrı kıyafet alıyorsunuz pes doğrusu.
Şimdilik bu kadar, az da olsa plaza cangılında hayatta kalmaya hazırsınız padawanlar.

supernatural

seviyorum bu şarkıyı da bu diziyi de dean'in espirilerini de


SPN
Yükleyen Anthony258


ayrıca:

7 Kasım 2008 Cuma

İstanbul'un Olgunlar Sokağı neresi?

Herb'in anahtar yazısına istinaden;

Ankara'da mutlu mesut bir öğrenciyken korsan ders ve test kitapları aldığımız Olgunlar Sokak vardı.

İstanbul'da var mı öyle bir yer?

6 Kasım 2008 Perşembe

Mayışlar yattı mı abey?

Bir alışveriş merkezinin içki ve tütün dükkanındaki abi kemer askısına takılı plaza giriş kartımı görünce "tabii buradaki şarapları sizin gibi maaşlı insanlar pek satın almıyor, genelde firma sahiplerine filan satış yapıyoruz, gelip 3.000 YTL'ye şarap alan var, bu belki senin 2-3 maaşın kadar" diyeli 3 gün olmuş.

Kara Şövalye


DHA

BATMAN Belediye Başkanı DTP'li Hüseyin Kalkan, dünya gişe rekorları kıran 'Batman' filminin yönetmeni Christopher Nolan'a, Batman şehrinin adını izinsiz kullandıkları gerekçesiyle dava açmaya hazırlanıyor. Kalkan, "Davayı önümüzdeki süreçte filmin çekildiği ABD'de açmayı planlıyoruz" dedi.

ABD'li yönetmen Christopher Nolan'ın yaptığı 'Batman' filminin adının Batman şehrine ait olduğunu ve isim hakkının da kendilerinin olduğunu savunan Başkan Kalkan, konuyla ilgili hukukçuların çalışmalarını sürdürdüğünü belirtti. Kalkan, şunları söyledi:

"3 yıl önce Yılmaz Güney Sinema Salonu'nu açarken, dünyada gişe rekoru kıran Batman filmiyle açmayı planlıyorduk. Fakat sinemanın adı Yılmaz Güney olduğundan usta oyuncunun filmiyle sinemamız açıldı. Dünyada bir tek Batman var. ABD'li film yapımcıları ilimizin adını bizden habersiz filmlerine yansıtmışlar. Batman'ın adını kullananlardan davacıyız. Bu davayı gerekirse de ABD'de de açacağız."

5 Kasım 2008 Çarşamba

Hüseyin


04 Kasım 2008 > David Palmer başkan seçildi ve Morrisey'in "america is not the world" şarkısının sözleri yalanlandı.

In America, The land of the free, they said,
And of opportunity, In a just and a truthful way.

But where the president, is never black, female or gay,
and until that day,
you've got nothing to say to me, to help me believe.

4 Kasım 2008 Salı

itinayla anahtar çoğaltılır


Horatio ile çatır çatır anahtar kaybediyoruz. Bir o bir ben. Her seferinde 3er yedek yaptırıyorum ama bir bakıyorsun ki uçmuş. Hatta bir keresinde, cebimde duran anahtar azcık ayağım tökezleyince cebimden hoplayıp caddenin ortasında duran logarın ızgarasından slam dunk yapmıştı da bir 5 dakika olayı sindirebilmek için kalakalmıştık.

Lafı asıl getirmek istediğim yer şurası aslında, insanın büyüdüğü şehirde yaşamıyor olmasının bazı zorlukları var. Böyle işler için nereye gideceğini şaşırıyor insan. Alişveriş merkezleri var tabi ama, orada "kapıdan giren eleman kesin elmas bezeli rolex satın alacak" hevesiyle bekleyen beyaz ve hijyenik saat satıcısı, saat pili değiştiriyo musunuz deyince sümüğe bakar gibi bakıyor insana. Nerde küçük esnafın muhabbeti.

Ankara'da olsa şıp diye bulurum. Nerden ne alınacak, ayakkabı tamircisi nerde, çantanın kulbu nerde düzeltilir, gözlük vidası nerde sıktırılır. İstanbul'a ilk taşındığımda sudan çıkmış balık gibiydim bu konuda. İşim gereği çoğu İstanbullu'dan daha çok öğrendim şehri ama musluk keteni nerden alınır bilmiyordum tabi.

Ama sonra Mecidiyeköy'ü keşfettim. Madmax seti olarak kullanılabilecek, evrenin her yerine tek vasıtayla gidilebilecek kaosun başkenti gibi geldi önce tırstım. Sonra asıl Mecidiyeköy'ün arkadaki çarşı kısmı olduğunu gördüm. Orada saatçi bir amca var mesela, 70lerden kalma saatime pil taktırmaya götürdüğümde, pille çalışmıyo bu salak diye azarlayıp hiç üşenmeden mekanizmayı anlattı bana. Ayakkabıcı var şıp diye çantamı tamir etti, sonra da niye aldın ki bunu küçük bu çanta dedi. Abonelik sistemine geçtiğimiz anahtarcıdan bahsetmiyorum. Ne arıyorsanız Mecidiyeköy'de 2 adım yürüyün yeter. Sicim teorisiyle ilgilenen bir esnaf bile arasan bulunur bence. O çiğ köftecinin yanındaki dükkan olabilir mesela.