28 Şubat 2007 Çarşamba

Neşeli Günler

nuapurista kuulu se polokan tahti jalakani pohjii kutkutti.
ievan äiti se tyttöösä vahti vaan kyllähän ieva sen jutkutti,
sillä ei meitä silloin kiellot haittaa kun myö tanssimme laiasta laitaan.
salivili hipput tupput täppyt äppyt tipput hilijalleen.


Alıcınızın ayarları ile oynamayın.Yukardaki sözler bu aralar hayatımın fon müziği olmuş bir şarkının başından..İsmi İevan Polkka olan bu Fin türküsünü Loituma adlı bir vokal grubu söylüyor..Yeni bir şarkı değil ama ben yeni farkettim..İnsanı oturduğu yerden kaldırıp saat kaç olursa olsun oynatma hissi yaratıyor..Bir anda Hababam Sınıfı yılsonu müsameresinde gibi hissediyosunuz kendinizi..Bulunduğunuz ortamın içinde sırıtıp duruyosunuz öylece..



Bu şarkının değişik klipleri mevcut ve bunlardan birinin başrolünde bir Anime karakteri olan İnoue Orihime elinde kuru soğana benzer bir şey sallıyor(Animeler hakkında detaylı bilgi için Herbert kişisine danışılması rica olunur)

Benim gibi vokal gruplarından pek fazla haz etmeyen bir adamı bile coşturan elemanları görmek için

http://www.youtube.com/watch?v=vjvVBCNcL_A&search=

İnternetten Öğrenilen Lüzumsuz Bilgiler

1 haftadır blogda yazı yok. TGM ile ben eğitimde olduğumuz için yazı yazamadık da öbür arkadaşlar ne iş yapıyordu bilemiyorum. Melontheroad blogun şeklini bozmakla meşgulmuş anlaşılan :)

Neyse ben konuya geçeyim, efendiler bu internet denen frenk icadı öyle melun bir mefhum ki insanı işinden gücünden eder, zıvanadan çıkarır hafazanalah. Sağda solda dolaş, biraz ekşisözlük oku, alışveriş yapsak mı diye düşün derken iş güç hak getire. Hele ki youtube çıktı mertlik iyice bozuldu. Ne kadar şaklaban boş gezenin boş kalfası varsa yaptıkları hokkabazlıklarla dünyanın dört bir yanından eğlendiriyor bizi. Eskiden haftada bir jackassle yetinen biz, artık sıkıldık mı bizim yerimize camdan atlayıp kılıç yutanları izliyoruz. Ama bu süreçte insanın aklında lüzumlu lüzumsuz bir sürü bilgi kalıyor. İşte son zamanlarda gördüğüm bir kaçı:

Bu görüntüyü www.coolstuff.com da gördüm. Gezilmeye değer bir site. Konu bira fırlatan buzdolabı. Evet bi grup genç uşenmemiş soğuttğu biraları robot kolla fırlatan bir buzdolabı yapmış (veya yapılmışını modifiye etmiş). Görüntüler süper, fikir içaçıcı. Tekrar üniversiteye dönmek, bunlarla uğraşmak istiyorum. Ah mazi kalbimde yaradır.



The Hole - video powered by Metacafe


İkinci video da birayla ilgili. 30 dakikada bira nasıl dondurulur :)



Bu son görüntüleri mutlaka duymuşsnuzdur, ama ben yine de koyayım. Malzemeler basit: mentos ve diet kola. Özellikle 2. video yaratıcılığın zivanadan çıktığı nokta




21 Şubat 2007 Çarşamba

Melontheroad'a açık çağrı


Dün melontheroad blog'a yazı yazmama kararı aldığını açıkladı. Kendisini verdiği bu karardan vazgeçmeye çağrıyor ve bir kusurumuz varsa affetmesini diliyoruz.

20 Şubat 2007 Salı

Borat!


İzlememek için kendimi tuttuğum filmi sonunda izledim. İyi ki de izlemişim. Etraftan duyduklarımdan çok farklı bir filmle karşılaştım. Borat, kesinlikle Kazakistan'la dalga geçen bir film değil. Kazakistan filme kurban edilmek için seçilmiş rastgele bir ülke, Kazakistan yerine Türkiye de olabilirdi, Ruanda da. Film Sacha Baron Cohen'in söylediği gibi Amerikalılarla da dalga geçmiyor bence. Borat'ı anlamı olmayan birbirinden iğrenç skeçlerin arka arkaya montajlandığı bir komedi olarak değerlendirmek en iyisi. Ama tüm bunlara rağmen çok güldüm!
 
Kazak gazeteci Borat'in Amerikan halkının yaşamına dair belgesel çekmek için çıktığı yolculuğu anlatan filmde bazı sahneler gerçekten mide bulandırıcı ve komik değil. Borat'ın yapımcısı Azamat'la otel odasında kavga ettiği sahne örneğin. Bu sahnede Borat duştan çıkar ve Azamat'i çıplak bir şekilde Borat'ın Baywatch dergisini okurken yakalar (Azamat'ın o sırada ne yaptığını ortaokul ve liseye giden okuyucularımız için yazmıyorum). Buna çok sinirlenen Borat, Azamat'la kavgaya tutuşur. Altalta üstüste yuvarlanırlar çıplak olarak. İşte bu sahneler sağlam mide gerektiriyor çünkü Azamat 3 katman göbekli, bol kıllı bir insan. Kendisini bütün doğallıyla seyretmek mide istiyor.
 
Diğer taraftan çok komik bölümler de var, Borat'ın Pamela Anderson'la Kazak geleneklerine göre evlenmeye çalışması bunlardan biri. Pamela Anderson'un imza gününe giden Borat, elindeki işlemeli çuvalla Pamela'ya evlenme teklif eder ve geleneklere göre onu çuvala sokarak kaçırmaya çalışır. Ayrıca Borat'ın erkeklerle selamlaşırken onları öpmeye çalışması, Amerikalıların da bundan ısrarla kaçınması, Central Park'ta Azamat'la çamaşır yıkamaları, otelin asansörünü odası zannetmesi bence çok komikti.

Bir de hem komik hem mide bulandırıcı sahneler var. Ama onlara hiç değinmeyeyim. En iyisi siz kendiniz izleyin. Bu filmi sinemada filan değil ama 5 liraya DVD'sini alarak, ya da internetten indirip izlemenizi tavsiye ederim.

16 Şubat 2007 Cuma

Management Lessons by Aesop

Lesson 1
A crow was sitting on a tree doing nothing all day. A rabbit saw the crow and asked him, can I also sit like you and do nothing all day?
The crow answered, "Sure, why not?" So the rabbit sat on the ground below the crow, and rested. All of a sudden, a fox appeared, jumped on the rabbit, and ate it.

Lesson:
To be sitting and doing nothing, you must be sitting very, very high up.

Lesson 2

A turkey was chatting with a bull, "I would love to be able to get to the top of that tree", but I haven't get the energy"."Well, why don't you nibble on some of my droppings?" replied the bull. "They are parked with nutrients."The turkey pecked at a lump of dung and found that it actually gave him enough strength to reach the first branch of the tree. The next day, after eating more dung, he reached the second branch.Finally after a fortnight, there he was proudly perched at the top of the tree. Soon he was spotted by a farmer who promptly shot the turkey out of the tree.
 
Lesson:
Bullshit might get you to the top, it won't keep you there.

Lesson 3

A little bird was flying south for the winter. It was so cold; the bird froze and fell to the ground in a large field. While it was lying there, a cow came by and dropped some dung on it. As d frozen bird lay there in the pile of cow dung, it began to realize how warm itwas. The dung was actually thawing him out! He lay there all warm and happy, and soon began to sing for joy.A passing cat heard the bird singing and came to investigate. Following the sound, the cat discovered the bird under the pile of cow dung, and promptly dug him out and ate him!
 
Lessons:
1. Not everyone who drops shit on you is your enemy.
2. Not everyone who gets you out of shit is your friend.
3. And when you are in deep shit, keep your mouth shut.

Taksi muhabbetleri

Arabamı Mersin'de bıraktığımdan beri haftada ortalama 4-5 kez taksiye biniyorum. Maliyet konusunda içim rahat, bundan 4 sene önce arabası olmayan bir müfettiş abimiz, otomobile harcanan paralarla sınırsız miktarda taksiye binebilirsin demişti çünkü.

Bu hafta yine acayip sohbetler ettim taksicilerle. Sohbet ettim demek doğru değil, onları dinledim diyelim. Benim yaptığım sadece konuşmasını sağlamak. Gerisi geliyor çorap söküğü gibi. Bu haftaki konuşmacılardan ilki, Arapça'nın resmi dil olmasını savunan çember sakallı abimizdi. Kendisi ülkede Türkçe dahil tüm dillerin yasaklanması gerektiğini, yaşamın her yerinde Arapça kullanılmasını istediğini söylüyordu. Hatta gün olur, devran dönermiş. Tamam ülkemizin bu kadar çok yabancı sözcüklerle kuşatılmasına ben de karşıyım da Arapça? Taksici abiye göre sebep Kur'an'ın Arapça olmasıymış. Vardır bir hikmetiymiş. Sanki Tanrı hepimizin Tanrı'sı değil ve Türkçe anlamıyor. Peki dedim, herkes Arapça'yı nasıl öğrenecek? Onbeş günde öğrenilmiş Arapça. Abinin hayatında dil öğrenmediği nasıl belli. Aman, gideceğimiz yere geldik, hemen atalım kendimizi daha fazla sinirlenmeden.

Başka bir abimizle fikir yürüttüğümüz konu sperm bankaları. Televizyon'da bir tartışma programı izlemiş. Kocasından çocuğu olamayan kadına sperm vericilerinden alınan spermler nakledilip çocuk doğurması sağlanıyormuş. Eşine bu yöntemi öneren koca için "A p....k, bari gönder karını o herifle yatsın" gibi bilimsel bir yorum yaptı kendisi.

Başka bir akşam, bir arkadaşımla yemek yiyeceğiz. Sekiz gibi buluşuruz diye sözleştik. Atladım taksiye, gidiyorum. Normalde hiç trafik olmayan yerlerde inanılmaz trafik var. 10 dakikada ulaşılabilecek yere 45 dakika sürdü gidişimiz. Yolda benim acayip canım sıkıldı geç kaldım diye. Taksici dedi ki, "Abi, hasta değilsin, acil bir işin yok, boşver arkadaşın beklesin, ne olacak" dedi, ben yine hık mık edince "yauu aç değil, açıkta değil, kalyonda oturuyor mis gibi, sen canını sıkma" dedi ve noktayı koydu.

Son olayımız çok kısa. Dün akşam eve dönerken, sahil yolunda aheste aheste giden bir Porsche'yi solladık. Geçtikten sonra ben "Vay be Porsche'yi solladın" dedim. Şoför cevabı yapıştırdı: "Aldım  anahtarını elinden."

14 Şubat 2007 Çarşamba

Sex Machines Museum

Yılbaşında yaptığımız Prag gezisinden çıkardığımız bir post ile daha karşınızdayız.

Prag, yüzlerce müzeye ev sahipliği yapan bir şehir. Kamuya ait müzeler olduğu kadar özel müzeler de yaygın. Aslına bakarsanız biz klasik müze gezisi yerine 2 farklı müzeye gittik. Bir tanesi Kale bölgesindeki oyuncak müzesi, diğer ise Eski Kent Meydanı'nda bulunan SexMachinesMuseum. Sex Machines Museum'a gitmemizin iki sebebi var, birincisi sürekli önünden geçmemiz, ikincisi gece 11'e kadar açık olması. Yoksa seksmiş, makineymış bize ne canım? Müzede asıl ilgi çekenler, modern oyuncaklar değil 1400lere kadar uzanan eski aletler. İşte en iyileri!

3.lük ödülü: Bekaret kemeri
14.yy'da bekareti korumak amacıyla kullanılan bu kemerin ikinci parçasına dikkatinizi çekerim. %100 koruma!

2.lik Ödülü: Hand Operated Vibrator

19.yy Almanya'sında oldukça popüler olan bu elle çalışan vibratörler sahibini yoruyordu olsa gerek.

1.lik ödülü: Zevk tahtırevallisi

Fazla söze gerek yok!


Jüri Özel Ödülü: Ultimate Sex Machine


Yaşam boyu onur ödülü: All a man needs!

Mehmet Okur All-Star!


NBA'deki iki oyuncumuzdan birisi olan Mehmet Okur, All-Star kadrosuna seçildi. Bravo Mehmet!

12 Şubat 2007 Pazartesi

İstediğimiz Sorudan Başlayabilir miyiz?

Aklıma ilk gelenleri yazıyorum
1)Atalet
2) Görmek istediğim yerler var..Güney Amerika'nın tamamı,Küba,California Big Sur,Fas,Hindistan,Nepal, Yeni Zelanda ve tabii ki Japonya..bi de mümkün olursa Avrupa'da bir süre yaşamak..
3) Tom Waits,Jim Jarmusch,Roberto Benigni,John Lurie,Charlotte Gainsbourg,Scarlett Johanson (hepsi aynı anda gelmese iyi olur)
4) İnter-rail olabilir..
5) Şu andan çok da farklı olmaz..

El Cevap

Çok yorgunum, bacaklarım da ağrıyor. Sürahi Hanım gibi hissediyorum kendimi. Ama madem mecburuz, işte Melontheroad'a cevaplarım:

1) Daha az saklar daha çok anlatırdım

2) Önce Güney Amerikayı gezerdim boydan boya. Sonra da tropik adalara giderdim artık hangisi olursa. Lostun çekildiği gibi bir kumsal bulup 2 y hiç kalkmadan yatardım kumsalda bir şemsiyenin altında. Şöyle iyice bir ısınsın iliğim kemiğim. Sonra da biraz Avrupa başkentleri yapardım heralde.

3) Hiç bir zaman çok merak etmedim ünlüleri, sürekli kendilerinden bahsetmek gibi bir alışkanlıkları var gibi geliyor. Bir insanda katlanamadığım az sayıda özellikten biridir. Ama pek sağda solda çok görünmeyen merak ettiğim ünlüleri çağırabilirdim. David Fincher gibi. Bir de Morrisey'le Travis'i çağırırdım. Bol bol şarkı söylesinler.

4) Daha çok iş arasaydım keşke..

5) Bilmiyorum 10 yıl sonra ne olacağını. Bilmek de istemiyorum şahsen. Ama eğlenmekten yorulduğum bir hayat ve yanımda sevdiğim birini isterim.

11 Şubat 2007 Pazar

Re: Sağım Solum Önüm Arkam Sobe!!

Ben blog'a özel şeyler yazılmasından hoşlanmıyorum. Her şeyi herkesin bilmesine gerek yok. Herkes derken kaç milyon internetten kullanıcısından bahsediyoruz, farkındasınız umarım. Neyse, melontheroad hanımefendiyi kırmak olmaz, başlayalım bakalım.

1-Erteleme alışkanlığı. Yapacağım işleri ertelerim, sonuna kadar zorlarım.
2-Avrupa'dan birkaç başkent ile başlayıp Atlas Okyanusundaki Faila Adasına uğrayarak Kanada, ABD, Meksika, Küba, Venezüella, Brezilya, Arjantin. Oradan Güney Afrika, Hindistan, Malezya, Endonezya, Avustralya, Papua Yeni Gine (İş Bankası reklamı sağolsun), Japonya, Çin, Kazakistan, Rusya.
3-Gordon Shumway, Kenneth McCormick, B.B. King, Clapton, Seinfeld 4'lüsü, George Clooney, Johnny Depp, Shakira, Black Eyed Peas, Jared Diamond, Steve Jobs, Ingvar Kamprad.
4-Okuldayken kayak öğrenmediğime ve bankada geçirdiğim üç sene boyunca bir takım lisansları almadığıma pişmanım.
5-Bilmiyorum. Öyle ya da böyle, sağlıklı ve mutlu olayım yeter.

Kaç aldım örtmenim?

9 Şubat 2007 Cuma

Haykırası Papatyalar

Artık bahardan kalma bile diyemeyeceğim bir haziran günü var dışarıda. Yani geleneksel ve ekipsel öğlen yürüyüşlerimiz için zemin müsait. Yarım saat sahilde deniz havası almış, bünyeyi güneşten gelen D vitaminiyle aşırı doz yapmış bir şekilde işyerimden içeri girdim. Tabi cuma öğleden sonrası olmasının da katkısıyla nasıl çalışılacak şimdi bunalımıyla yürürken ayağım takıldı ve kuğu gölüne girmiş balina zerafetimle epeyce tökezledim (melontheroad'ın staj zamanı uçuşunu hiçbir şekilde geçemem o ayrı). Benim için yeni bir durum değil bu doğuştan denge yeteneği kapalı modda olan (bisiklete bile binemiyorum bundan sebep) ve genelde çözülen ayakkabılarını bağlamaya üşenen ben, sık sık süzülürüm böyle. Ama dengeyi vermeyen alah kurtarma yeteneğini veriyor heralde, bir kaç tökezlemeyle kurtarırım. Tabi bu esnada ağızdan kaçan ve pek de ahlaka mugayır olmayan bazı söz öbekleri (çok afedersiniz "ananı.." gibi) olabiliyor. Bugün de pek farklı olmadı ve patlattım bir tane. Kaç kişi duydu bilmiyorum, yapacak birşey yok, söylenmiş öbeğin davası olmaz :)

İşte bu gibi durumlarda (dediğim gibi sık sık oluyor) aklıma hep haykırası papatyalar gelir. Neden bilinmez hastası olduğum bir filmdir Notting Hill. Hiç izlemediysem 50 kere izledim büyük ihtimalle. Aynı şekilde Komplo Teorisi'ni de çok severim. Neyse mevzuyu dağıtmayayım, Notting Hill'de Hugh Grant çitlere tırmanırken düşer ve şöyle bir dialog gelişir:

"Whoopsie daisies!!"
"What did you say?"
"Nothing."
"Yes, you did."
"No, I didnt."
"You said, Whoopsie daisies."
"No one says whoopsie daisies, do they? I mean unles theyre-"
"There is no unless. Cause no one has said whoopsie daisies for, what, fifty years? And even then, it was, um, it was just little girls with blonde ringlets."
"Exactly. Right. So here we go again... Oh! Whoa! Whoopsie daisies! Yeah, well, its a- its a disease, its a clinical thing. Im uh, taking pills and having injections. Im told it wont last long, so..."


Yabancıların "hay ben senin.." şeklindeki küfürlere bulduğu alternatiflereden biri yani. Darn (damn yerine) veya heck (hell yerine) dedikleri gibi. Mevzu bu değil mevzu bunun çevirisi. Genelde Atv sağolsun sık sık yayınlar bu filmi ve dublajında whoopsie daisies olur size haykırası papatyalar.


Dublajlı film izlememek gibi bir takıntım var. Beceremiyolar filmin içine ediyolar gibi kasıntılardan değil çünkü çevirinin tabiatı böyle. Ne kadar başarılı olursa olsun orijinalindeki bazı noktaları çeviriye taşımak imkansız.

Ama az da olsa bazı dublajlar var ki aslına tercih ediyorum. İşte haykırası papatyalar da onlardan. Çevireni tebrik ederim cidden cuk yerine oturmuş. Hatta öyleki artık filmi görünce direkt haykırası papatyalar geliyor aklıma.

Aynı şekilde aslından çok sevdiğim başka çeviriler:

Şirinler: orjinalindeki iğrenç tizlikteki sesleri bir kenara bırakırsak, sırf Türkçeye çevirirken ekledikleri muhteşem espiriler için izliyorum bunu. Mesela güçlü şirinin "hava çok sıcak, acayip terledim, keşke yanımızda terlik getirseydik" espirisi (yazarken bile gülüyorum) veya şirinlerin sabah sporu yaparken Sibel Can'dan bu devirde kimse sultan değil'i söylemesi gibi. Bir de Gargamel'in "azman efendi" deyişine hastayım.


Sponge bob square pants: aslına bakarsanız bunun orijinalini de çevirisini de çok seviyorum. Sponge bob a mı gülsem arada patlayan espirilere mi gülsem şaşırıp kalıyor insan. Özellikle patrick'i seslendiren insanın ellerinden muhabbetle öpmek isiyorum. Her sabah çıkarken kuzenimle söylediğimiz "haaaazırım haazırım" şarkısını bu çeviriye borçluyuz :)



Avatar the last air bender: avatarı başlı başına bir post yapmak niyetindeyim o yüzden detaya girmiyorum. Ama orjinalinde ang'i seslendiren tiz sesli mahlukata katlanamadığım için avatarda da dublajı tercih ediyorum. Cidden başarılı.

8 Şubat 2007 Perşembe

Bol kalorili yemek blogu

Dikkat: Biraz sonra okuyacağınız yazı bol miktarda kebap, rakı, tavuk şiş, sucuk, domates ve soğan içermektedir.

Kimselerin gitmediği, gidip de dönmediği, dönüp de bulamadığı yerdeyiz, İstanbul Bahçelievler'deyiz. Mr.TGM'in de içinde bulunduğu kalabalık bir gruplayız. Mekanımız Hünkar Ocakbaşı.


Ocakbaşı denince akla gelen klasik ocakbaşılardan farklı bir yer burası. Aç parantez yahu klasik ocakbaşı dedim de, biz Ankara'dayken Necatibey'de şahane bir ocakbaşına giderdik, duruyor mu acaba kapa parantez. Ocak daha doğrusu mangal, masanın ortasına yerleştirilmiş, üst kısmına güzel bir havalandırma yapılmış. Lokantaya gider gitmez et reyonundan etler seçiliyor, sucuk, terbiyeli köfte, kaşarlı köfte, tavuk şiş, ciğer, et pirzola, biftek. Adam başı 300 gram kadar. Masaya gidildiğinde mezeler gelmiş oluyor, bir yandan meze seçerken bir yandan da rakımızı söylüyoruz. 8 kişiyiz, hem Efe'nin yaş üzüm rakısı hem de Tekirdağ isteniyor. Ben bir de şalgam istiyorum, eee Mersin'de öyle alıştık biz. Hem rakı seyrelsin diye zaten su konuyor, bir de üstüne su içmek neden? Domates, soğan, biber ve ekmek geliyor masaya. Ekmekler dahil atıyoruz ocağa.



Ekmek hafif ısınsın, soğan ve domates pişedursun, biz de ufaktan rakıdan ve mezelerden başlayalım. Masada hep bildik mezeler, acılı ezme, haydari, patlıcan ezme. Bu sırada garson gelip hellim peyniri isteyip istemediğimizi soruyor. Ocakta hellim! Getir koçum bakalım. Masamızdaki açlık had safhada, TGM'den rica ediyoruz sucuklarımızı atıyor ocağa. Resimdeki TGM'nin kolu. Mangaldaki sucukları pişirmek için maşayı bir orkestra şefiymişçesine kullanıyor.


Sucuklardan sonra köfteleri ardından tavuk şişleri atıyor TGM usta. TGM'ye bizim "esnaf" arkadaşımız yardım ediyor. Bir yandan rakılar yuvarlanıyor, bir yandan sohbet ediliyor. Mangalda hellim şahane oluyor. Ciğerlerimizi de attırıp et pirzolayla ana yemek faslını kapatıyoruz. Sıra meyvede, tatlıda ve kahvede. "Esnaf" arkadaşımızla künefeleri görünce dayanamıyoruz, künefe gelene kadar da birer fırın sütlacı mideye indiriyoruz. Künefe şahane ama biraz kuru gibi, "esnaf"ımız biraz daha şerbet döktürüyor. En son orta kahvelerimizi de içip kalkıyoruz.

7 Şubat 2007 Çarşamba

Back to Old Days

Sağ üstteki silikleştirilmiş resmi görünce aklıma "Back to the Future" filmi geldi..Hani orda geçmişteki bir durumu değiştiren kahramanımızın elindeki resimdeki bazı kişiler kayboluyodu ya.. Bir haftadır Bloga bişey yazmayınca acaba aynı akıbete ben mi uğrayacam diye düşündüm birden..İyi bir motivasyon olurdu yazmak için..Hem bu sefer kaderimiz başkasının elinde de değil..Herşey bize bağlı..


Kadir Tree Houses yangında kül olmuş..Bugün haberlerde duydum..Hep gitmek isteyip de gidemediğim yerler arasında Olympos da vardı..Doğanın içinde içki içip denize girmek,bunları yaparken gerçek hayattan biraz uzaklaşıp kafayı dinlemek..Belki ilerde eski günlerine döner de giderim..Çok yaşlanmadan tabii..Veya bir Dr.Emmett Brown çıkıp zaman makinasını yaptığı vakit..

Atalet ve Muz Kabuğu...

Blogumuzun yazarlarıyla yapacağımız mühim zirve, TGM'nin taşranın göbeği Ankara'da oluşu (orada internet bile yoktur bence, rahat rahat arkasından konuşabiliriz) Horatio'nun da 45 dakika Avrupa yakasında bir otobüs durağında bekleyip bu şekilde Anadolu yakasına varamayacağına karar vermesi sonucu Melontheroad ve ben şeklinde gerçekleşti. Horatio'ya ulaşımın temel noktasının durakta beklemek değil gelen araca binmek olduğunu hatırlatsak mı konulu tartışmamız ortasında kesildi. Çünkü ağzımız mantıyla doluydu ve olay tiksinç bir noktaya dörtnala ilerlemekteydi. Biz de Horatio'nun payına düşen mantıyı kim yiyecek tartışmasını açtık. Sanırım ben yedim çünkü göbeğimden klavyeye ulaşamıyorum şu an. Ama Melontheroad da olabilir çünkü kendisi kış uykusu denizlerine yelken açtı. Ben de kendimizi eğlendirmek için röpörtaj yapmaya karar verdim

Herbert- Melontheroad yeni dövmem hakkındaki görüşlerin nedir?

Melontheroad- Bu cowboy filmini kim açtı?

H- cowboy değil onlar mantı

M- Ha evet. Dövmen mi hımm çok ıslak.

H-Islak? ne tarafa çeksem acaba bunu.

M- 18 yaşından küçükler de okuyo bunu

H- Bişey mi dedik, sadece dövme yarım haç şeklinde oldu acaba çarpılır mıyım diye soracaktım

M- Yarın patron çarpmasın da.

H- İyi tamam röportaja geçelim. Kaset çalışmaların nasıl?

M- Kaset çalışmalarım var, plak çalışmalarım var...

H- 80'lere göndermeli espri yapma yaşın ortaya çıkıyo. Başlıktan da anlaşılacağı üzere mevzumuz atalet. Nedir bu kuzum, nasıl yenilir bu, ahh mantılarım sağ yana yığıldı ahh

M- Mantı mı nasıl yenilir atalet mi?

H- Mantı nasıl yenilir demin uygulamalı gösterdin canım. Ataleti nasıl yenicez?

M- Atalet denince benim aklıma nedense haşlanmış kurbağa hikayesi geliyor, sene 2005, yer bir kurumsal kurumun empati sempati eğitimi. Kurbağayı kazana atarlar, pişirip yemek isterler, ocağın altını birden açarlarsa kurbağa can havliyle sıçrar ve kurtulur. Ama kurbağayı kısık ateşte yavaş yavaş pişirirlerse kurbağacık ılık ılık piştiğini anlamadan ölür. İşte atalet böyle bir şey diye anlatmıştı empati sempati öğretmeni.

H- Evet şahane. Ortaokulda ingilizce hocalarımızın istediği konuşmalar geldi aklıma. Herkesin konuşması "Friendship. Webster's Dictionary defines friendship as.." diye başlardı. Cevabı bilmiyorsan soruyu açıkla demişler :)

M- Herbert senin gibi yakışıklı olduğu kadar akıllı birine hiç yakıştıramadım. Gizli cevabı, sen anlamadıysan bu diğer yazarlarımız hiç anlamaz, açalım bari. Kısık ateşte pişmemeye çalışacağız diyorum. Her gece eve gelip tv karşında uyuyakalmamalıyız belki, her gün ufak tefek de olsa değişik bir şey yapmalıyız, ya da bilemedin her hafta..

H- Ohh bu gaz bana bir müddet yeter :) Ben hafta sonu kayağa gidiyorum yine ataletimi yenmeye. Geçen sefer kıramadığım çanağımı bu defa kırarım diye düşünüyorum. Epey bir değişiklik olur heralde hayatımda. Sonraki soruma geçeyim aşk hayatımız canlansa geçer mi bu sıkıntı?

M-Aşk mı o da ne? Geçebilir sanırım ama gerçek aşk olmalı, öyle yok ben uzatmalı ilişkimden yeni çıktım sana konsantre olamıyorum, yok ben bağlanmak istemiyorum öyle takılsak, yok ben sana hayran ama benim aslında başka sevgilim de var ayakları olmasın ya...sırf boşluktan.

H- Hımm huzuru içimizde bulalım diyosun. Mantıklı aslında ama ben kendimi öyle dağa taşa vurmam , özümü Hindistan da arayamam. Bu kendini arayan herkes neden Hindistana gidiyor zaten. Niye içimdeki sesi dinledim diyen herkes küpe takıp motosiklete biniyor. Niye kimsenin iç sesi devlet memuru ol demiyor?

M- Yok aslında öyle demek istemedim ama konuyu madem oraya çektin Herbert, devlet memuru zaten sıkıcı hayat, bilinen hayat da ondan akıllım. ama Hindistan bilinmezlerle dolu,bu bilinmezlerin ne kadar tatmin edici olacağı ise meçhul tabi.

H- Hindistan dedin de (ben de demiş olabilirim) bizim kuzen ne zamandır körili makarna yapmıyor. Neyse.

M- bence de neyse Herbertcim, blog yemek bloglarına dönüşmeden bence burda keselim.

H- doğru keselim kes köse

(Horatio bu postu okuyorsan ve hala duraktaysan evine dön evladım, hava soğuk)

CNN Türk'ten ciddi habercilik

Dün CNN Türk'te sabah haberlerini izlerken bir zamanların efsane komedi-haber programı Şok'u seyrediyorum zannettim.
Haberin konusu Ankara'daki Kurtboğazı barajının seviye düşüklüğü. Küresel ısınma sonucunda ülkemiz ve dünyadaki bir çok baraj gibi Kurtboğazı da yeterince yağış alamamış. Ankara'ya içme suyu sağlayan bu baraj önümüzdeki günlerde dolmazsa, Ankara'da su sıkıntısı yaşanabilirmiş. Haberin konusuna diyecek bir şeyim yok da içerik biraz uydurma olmuş CNN'ci abilerim.
Muhabirimiz baraj seviyesinin %10'un altına düştüğünü söylüyor, hemen arkasından baraj yetkilisi olduğunu tahmin ettiğimiz birisi "Dalların altındaki çizgiye kadar dolu olması lazımdı, olmadı" diye muhabirimizi doğruluyor. Ardından, Kurtboğazı barajı son 30 yılın en alt seviyesinde deniyor, yetkilimiz "Ben 30 senedir burada çalışıyorum, barajın bu seviyeye düştüğünü görmemiştim" diyor. Barajın dolmasına çözüm de yine yetkiliden geliyor: "İyi bir kar yağacak, üstüne de yağmur yağacak."
Bu barajdaki su seviyesini yetkililer dalların altındaki çizgiyle mi ölçer, 30 yıldır bu seviyeye gelmediğinin istatistiği tutulmaz mı yoksa bilgi sadece çalışanların tecrübesine mi dayanır? Barajın dolması için kar ve yağmur ikilisinden başka çözüm yok mudur?
İşte ciddi habercilik diye buna denir.

5 Şubat 2007 Pazartesi

Prag, Prague, Praha

Yılbaşını Kurban Bayramı ile birleştirip kaçtığımız Prag hakkında güzel bir yazı yazmayı planlıyordum ki Herbert abimizin şu yazısıyla hevesim kaçtı. Adam en zevkli kısımlarını anlatmış yahu! Bana da gezilecek görülecek yerler kaldı mecburen.

Herbert'in adı geçen eserinde de belirttiği gibi baştan kabul etmek gerek, Prag'da görülebilecek yerlerin tamamını görmek imkansız. Bunun için 1 ay filan Prag'da kalıp her gün müze, katedral, sinagog gezerek geçirmek gerek. Bu yüzden en özellikli bir kaç yere odaklanmak iyi bir fikir.

Gezimize başlamadan önce Prag'daki yapıların mimarisinden kısaca bahsedelim. Daha önce barok, gotik, romanesk gibi akımları duymayanlar bile Prag'da bunları ister istemez ezberliyor. Ancak hangisi barok, hangisi gotik öğrenmeye pek imkan yok. Bunun sebebi ise tüm akımların birbirine karışmış olması. Örneğin, gotik olarak yapılmış bir kilisenin üzerine daha sonra barok bir kubbe eklenmiş, üzerine de bir kule kondurulmuş.

Prag şehrinin ilgi çekici yerleri temelde 4 mahallede toplanmış durumda. Bunlar Eski Kent (Stare Mesto) , Yeni Kent (Nove Mesto), Küçük Mahalle (Mala Strana) ve Kale (Hradcany).




Eski Kent, tıpkı İstanbul'daki tarihi yarımada gibi şehrin ilk yerleşim yeri. Eski Kent meydanında görkemli Tyn Kilisesi ve Astronomik Saat bulunuyor. Tyn Kilisesinin kuleleri insanı büyülüyor. Bu meydan nerdeyse her geçişimizde Tyn'in bir fotoğrafını çektik galiba. Ancak içi diğer kiliselerin aksine oldukça sade. Astronomik Saat adından da anlaşılacağı gibi çeşitli astronomik detayları gösteren bir saat. Üç kısımdan oluşuyor: astronomik kısım, saat ve takvim. Her saat başı, saatin etrafındaki minik heykeller hareket ediyor. Bu heykellerinde bir takım anlamları var ama o detaya girmeyelim. Ancak, her saat başında bu heykellerin hareketlerini izlemek için yüzlerce kişi meydana akın ediyor. Hatta Herbert astronomik saat yerine fotoğraf çekenlerin fotoğrafını çekmişti biz oradayken. Eski Kent meydanına yılbaşı zamanı ufak dükkanlar kuruluyor. Meşhur Trdlo'yu bu dükkanlardan yemiştik.

Şehri ikiye bölen Vltava nehri üzerinde 19 tane köprü var. Bunlardan en ünlüsü Eski Kent ile Küçük Mahalleyi birbirine bağlayan ve sadece yayalara açık olan Karl Köprüsü (Karluv Most). Eski Kent tarafında 1, Küçük Mahalle tarafında 2 adet kule ile korunan bu köprü üzerinde farklı anlamlar taşıyan 30 adet heykel var. Ancak Herbert’le köprüye her gittiğimizde o kadar kalabalıktı ki, heykelleri inceleyemedik bile. Sadece Türk esir tacirinin heykelini net olarak hatırlıyorum. Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu Viyana’dan öteye geçemese de tacirler, esir alınanları ailelerine satmak üzere Prag’a kadar getirirlermiş. Köprü üzerinde heykellerden başka ressamlar, hediyelik eşya satıcıları ve konser veren ufak gruplar da bulunuyor.

Nehrin diğer tarafına yani Küçük Mahalle’ye geçtiğimizde hemen sağda Nazım Hikmet’in Prag’dayken sık sık geldiği şirin kafeyi gördük. Usta şair, bu kafede Vltava nehri ve Eski Kent manzarasıyla yazmış olmalıydı içinde Prag geçen şiirlerini. Biraz daha ilerleyince Küçük Mahalle’nin en dikkat çeken yapısı olan Aziz Nikolaus Kilisesi ile karşılaştık. Barok kubbesi ile ilgi uyandıran kilisenin içi de oldukça şatafatlı. Özellikle tavandaki boyamalar muhteşem. Bu arada aklıma gelmişken küçük bir not ekleyeyim. Çeklerin genel olarak yavaş hareket eden ve donuk suratlı insanlar olduğu söylenir. Gittiğimiz bir restoranda ise bu tanımın tam zıttı, hareketli mi hareketli, neşeli mi neşeli bir garsonumuz vardı. Ancak, bu kilisenin girişinde, bilet alırken, görevlinin ikinci bileti vermediğini fark edip “iki tane istemiştik” diye sorunca “çalışıyoruz burada” şeklinde azarlandık. Daha sonra ülkeden ayrılırken check-in görevlisinin kuyruğun sonunda olan bize sıra geldiğinde “kapattım kardeşim” diyerek bizi başka bir kuyruğun en sonuna göndermesi yukarıdaki genellemenin doğru olduğunu düşündürttü bana.

Küçük Mahalle’den yukarı tırmanan tramvaylardan birine binip Kale’ye doğru yol aldık. Kale bölgesinde adından da anlaşılacağı gibi Prag Kalesi bulunuyor. Tüm kaleler gibi şehre hakim bir tepede kurulu olan Prag Kalesi, kale denince akla gelen yüksek surlu, kulelerle çevrili bir yapı değil. İçinde Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Aziz Vitus katedrali, bahçeler, galeriler, Aziz George Bazilikası, manastırlar var. Kale içinde biz Türklere çok ilginç gelen bir durum var. Cumhurbaşkanlığı Köşkünün bahçesinde her gün yüzlerce turist geziyor. Üstelik kapılarda hareket etmeden dikilmesi beklenen muhafızlar her türlü şaklabanlığı da yapıyorlar.

Aziz Vitus katedrali, şehirdeki en görkemli yapı. İçinde Vaclav şapeli, Bohemya krallarının mezarları, Aziz Vitus'un anıtı ve sayamadığımız bir çok şey var. Kilisenin yapımı 1344'te başlamış ve 1929'a kadar sürmüş. İnşaatın bu kadar uzun sürmesinin sebebi, daha önce belirttiğim üst üste ekleme sistemi yüzünden. Vitus katedrali ilk inşaa edildiğinde ufacık Romanesk bir rotunda imiş aslında. Katedralin en ilgi çekici yönlerinden birisi Alfons Mucha imzalı Art-Nouveau vitraylar. Bu vitraylar katedrale 1870'lerdeki restorasyonu sırasında eklenmiş. Katedrali gezerken Aziz Vitus'un 7-8 yaşlarında dini inançları yüzünden öldürülen bir çocuk olduğunu öğrenince "bu devasa yapıyı şu kadarlık çocuk için mi yapmışlar" diye düşünmekten kendimizi alamadık.

Kalenin batısındaki ufak meydana çıktığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu. Bu Mr.TGM'nin heykeliydi. Heykeli dikilecek adam derlerdi de inanmazdık. Şaka, şaka. Heykeli dikilen kişi Çekoslavakların ilk cumhurbaşkanı Tomas Garrigue Masaryk imiş. Kendisiyle bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra meydandan ve Kale bölgesinden ayrıldık.

Yeni Kent ismine karşın 1400’lerde kurulmuş bir mahalle. Yine de Eski Kente göre daha modern görünüyor. Bir çok mağaza, kitapevi, kahve dükkanı Yeni Kent'teki Vaclav Meydanı üzerinde bulunuyor. Meydanı kesen dik kesen tramvay hattı üzerindeki Coffee&Cigars tavsiye edilir. Vaclav Meydanında baş tarafında Ulusal Müze var. Maalesef Ulusal Müzeyi gezme imkanımız olmadı. Yeni Kent'teki hareketli yerlerden birisi de Narodni Caddesi. Ulusal Tiyatro, Cafe Louvre ve Reguta Caz Kulübü bu cadde üzerinde.

Atlanmaması gereken bir diğer bölge, Eski Kent içindeki Yahudi gettosu. Şehrin en lüks caddelerinden biri olan Parizska Caddesi’nin boylu boyunca kestiği Josefov’da beklendiği üzere bir çok sinagog bulunuyor. Bunlardan en ünlüsü üçgen yapısı ile dikkat çeken Eski-Yeni Sinagog. O kadar gezdikten sonra enerjimiz kalmamış olmalı ki, sinagogların içine girmedik.

Prag’da yapılabilecekler bunlarla sınırlı değil tabii ki. Bu kadar paragrafa sığamayacak kadar çok şey yazılabilir Prag hakkında. En iyisi siz kendiniz gezin oraları. Gitmişken bizim garsona da selamımızı söyleyin.

Gilmore Girls


Anne Lorelai'nin çok güzel olmasının bir katkısı var mıdır bilmiyorum ama çok seviyorum ben bu diziyi. Gerçek dışı karakterler, inanılmaz hızdaki dialoglar ve bir kısmını anlamak için doğma büyüme Amerikalı olmayı gerektiren göndermelerle dolu ama o neşeli iğneleyiciğin tadı diziye bağlıyor insanı. Tek sorunum Rory'i oynayan kız çocuğunun (Alexis Bledel) hep aynı boş bakışlarla bakıp, "takılıyoruz işte" tadında oynaması. Aynı tavrıyla Sin City de zehretmişti bu hatun kişi. Bir de çok gülüyorum şu resimdeki resepsiyoniste.

Burada internetten bulduğum bir kaç alıntı var. Çok çok daha fazlası için şuraya bakabilirsiniz:
http://www.imdb.com/title/tt0238784/quotes

Honey, someday when you're a little older you will be introduced to something that is extremely seductive but fickle. A fair-weather friend who seems benign but packs a wallop like a donkey kick, and that is the Long Island iced tea. The Long Island iced tea makes you do things that you normally wouldn't do, like lifting your skirt in public or calling someone you normally wouldn't call at really weird times." - Lorelai

Okay, I think we just found the first room in the history of the world that would've made Liberace say, 'Whoa! Step back! No one's that gay' - Lorelai

"I mean, we’re not good friends but we’re friends. We’re friendly... Friendish might be a better term." - Rory

"Now, did anyone ever to tell you to picture the audience in their underwear? Well, don’t do it. I did it once and I had nightmares for a week. Bulgarians in Speedos." - Richard

"I humiliate myself at least six times a year for this town, and just because I'm going to Yale, that's not going to stop. Now the reason I am not the Ice Cream Queen is because Taylor never asked me. I didn't know about it, and that's why I was busy. Now I love this town, I will be back in that ridiculous pilgrim outfit at Thanksgiving, so everybody just get off my back." - Rory

The cats -- they know that I've broken up with Jason and that I'm alone and they've decided it's time for me to become a crazy cat lady... they can see it in my face. 'She's single again. She couldn't make it work again. She picked the wrong guy again.' - Lorelai

"Do not eat chips out of a communal bowl. You might as well stick your hand in a toilet. If you're desperate, offer to be the person who replenishes them with new bags and grab a handful out of the new bag and dump the rest in the communal bowl." - Lorelai

"After working six hours longer than I usually work and performing tasks I despise and am ashamed of, and now I am going home to wash off the stench of this horrifying day." - Michel

“Rory, darling, love of my life, you realize you’ve completely cut us off from Luke’s, where the happy coffee is?” - Lorelai

http://www.moviecitynews.com/specials/2005/gilmore_qutoes.html

2 Şubat 2007 Cuma

Harry Potter and the Deathly Hallows


Sonunda son kitabın çıkış tarihi belli oldu: 21 Temmuz. Star Wars Episode 3 kadar olmasa da tarifsiz duygular içindeyim :) Yani bir yandan sabırsızlıkla okumak istiyorum bir yandan son kitap olmasının burukluğu var. Ama olsun çıksın da okuyalım. Amazonda şimdididen 13 Pounda ön sipariş var ama sorun o tarihte nerede olacağımı bilmiyor olmam. Neyse bir yolunu bulurum ben.


Kitapta cevap bekleyen o kadar çok soru var ki : Dumbledore'a ne oldu, Snape hakikaten hain mi, Malfoy denen tekne kazıntısını yağlı kazığa oturtacaklar mı, Neville ve Luna kopup da gelebilecek mi artık, Sirius Siriusluğunu gösterip dönebilecek mi, oluşan aşk dörtgeni mutlu sona ulaşacak mı ve en önemlisi sık sık kulağa çalınan dedikodularda duyulduğu gibi ana karakterlerden biri ölecek mi ( sözüm sana Rowling, eğer Lupin veya Hermione ölürse, bakın buraya yazıyorum, yıkarım buraları enginlere sığmam taşarım :). Hepsini cevaplayabilmek içİn 10 fasikül halinde çıkması lazım kitabın. Ama Rowling o kadar da kalın olmayacağını açıkladı. Kitabın ismiyle ilgili de bir sürü spekülasyon var. Kimisi hallow takdis manasında diyor, öbürü aziz manasında. Çıksın artık yoksa millet zıvanadan çıkacak.

13 Temmuzda da serinin 5. si The Order of Phoenix'in filmini izleyebileceğiz (benim 6 kitap arasında en sevdiğimdir, ehem ehem :). Gerçi Harry Potter'da kitabın tadı doğal olarak hiç bir zaman filmlere taşınamıyor, o kadar detayı 2 saate sığdırmak imkansız çünkü. Ama yine de filmleri de bayıla bayıla izliyoruz. Resmi fragman şöyle :



Ben şahsen heyecanla bekliyorum, sanırım beatrix rolünü Helena Bonham Carter oynayacakmış. Çok başarılı bir seçim zannımca.

Bu arada filmelerin Harry si daniel, oynadığı bir tiyatro oyunu için çıplak pozlar vermiş, öldüm gülmekten. Dünün sümüklü harry si büyümüş de parçala behçet olmuş, aman da aman..

1 Şubat 2007 Perşembe

Sebepsiz resim

Görür görmez bayıldım bu resme (evet fotoğrafa resim diyenlerdenim). Ben de coşkuyla bağırıp, şaşkınlıktan donakalmak istiyorum resimdeki veletler gibi. Siz de bir düşünün acaba nerede çekilmiş bu resim, bu çocukları ne bu kadar heyecanladırmış (cevap için resme tıklayabilirsiniz). Bu haftasonu mutlaka eğlenceli bir şeyler yapmak lazım..