31 Ocak 2007 Çarşamba

kıdemli kademeli

Yarın işimdeki unvanım değişiyo..Daha doğrusu önüne bir kelime ekleniyo o kadar..Bundan sonra daha çok çalışmak, daha fazla sorumluluk, iş için daha çok seyahat ve daha fazla yorulmak..İnsanların senden beklentileri artarken senin gelecekten umutlarının azalma sürecine girdiği bir dönem belki de..Belki de artan sorumluluklarla beraber kendimi daha önemli hissetmem ve yaptığım işe daha fazla bağlanmam...Herşey önce 2 sene, sonra da 5 sene sonrası için..Belki de verilecek bir kararla yeni bir başlangıç..Herşey olabilir ilerde şimdiden tespit etmek zor..Bu belirsizlik belki de insanı zorlayan..

Benimle aynı kaderi paylaşan Herbert arkadaşıma selam eder,kendilerini bu dünyadan koparan diğer bloger kardeşlerime mutluluklar dilerim..Hepinize olan inancım tamdır..

25 Ocak 2007 Perşembe

Podcast

Podcast, radyo programlarının internete mp3 şeklinde yüklenmesiyle ortaya çıkan bir kavram. Podcast sayesinde kaçırdığınız radyo programını bilgisayarınıza ya da taşınabilir mp3 çalarınıza yükleyerek istediğiniz zaman dinleyebiliyorsunuz. Podcastler, müdavimi olduğunuz programlarını dinleme imkanı sağladığı gibi daha önce takip etmediğiniz yabancı radyo programlarını da keşfetme olanağını getiriyor. Hatta bazı yayıncılar, görüntülü podcastler de sunuyorlar, kaçırdığınız televizyon programlarını izleyebiliyorsunuz.

Yerli ve yabancı bazı podcast bağlantıları şöyle:

Podcast rehberi: http://www.podcastrehberi.com

RadyoODTÜ: http://www.radyoodtu.com.tr/podcasts/

(Modern Sabahlar efsanesi devam ediyor!)

CNNTürk: http://www.cnnturk.com/Servisler/podcast/index.asp

BBCRadio: http://www.bbc.co.uk/radio/downloadtrial/podcast.shtml

24 Ocak 2007 Çarşamba

Uğur Mumcu


Bir pazar günüydü. 12 yaşındaydım. Ailecek pikniğe gitmiştik deniz kenarında bir yere. Babamla sahilde yürüyüş yaparken babamın tanıdığı olan piknik alanının sahibi yanımıza gelip "Uğur Mumcu'yu öldürmüşler." dedi. Babam o kadar üzüldü ki Uğur Mumcu'nun kim olduğunu bilmediğim için utandım. Pikniği yarıda kesip eve döndük. Evde o güne kadar farketmediğim kitaplarını buldum Uğur Mumcu'nun. "Devrimci ve demokrat" kitabının arka kapağındaki fotoğrafı zihnime kazandı. Demek bu gözlüklü amcaymış, Uğur Mumcu. Ne yazık ki onu katledilmeden tanıma fırsatını kaçırmıştım.

Katledilişinin 14. yılında Uğur Mumcu'yu sevgiyle ve özlemle anıyorum.

(Fotoğraf Sertaç Kantarcı tarafından çekilmiştir.)

23 Ocak 2007 Salı

Our Man in Istanbul

İstanbul maceram bu sabah sona erdi..Bakalım neler yapmışız..
Gün1: Blogumuz üyeleri ile daha önce bir yazıda belirtildiği üzere Radyo Eksen Partisine gittik..İstanbul'a vardığım akşam olmasına rağmen yorgunluk belirtisi yoktu bende..Ama A Drinking Song'u çalmalarını gerçekten sabırla bekledim..Helldorado belki tek şarkılık bir grup değil ama konserine gidilmesi de elzem değilmiş..
Gün2: İstanbul'da yaşasam gün içerisinde mutlaka metroyu kullanmak isterim..Binlerce merdiven inmeme rağmen Ankara'dakinin o yapay havası yok orda..Sürekli ilerleyen insanlar,burdakinin aksine yürüyen merdivenin sağında bekleyip sol taraftan akıp giden bir kitle..İstanbul'un, bütün bu karmaşası içerisinde kendi düzenini yaratmış olduğunu düşünüyorum bazen..
Akşam tek başıma Beyoğluna indim..Ankara'da görmek istediğim Michael Gondry'nin The Science of Sleep filmini Yeşilçam Sinemasında tek başıma izlemek kısmetmiş..Köşedeki simitçiye sorup bulduktan sonra girdiğim yer cep sineması boyutu, üzerinde yer numarası olmayan bileti ve kırmızı koltukları ile beni başka dünyalara götürdü..Ama beni esas başka yerlere götüren filmin taa kendisiydi..Başrol oyuncularının Avrupalı olması ve Charlotte Gainsbourg'un mevcudiyeti bile bence filmi Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ın bir adım ilerisine taşıyo..Ama karşılaştırma geyiği yapmayalım..İkisi de izlenmeli bence..



Gün3: Akşam Horatio ile Şarabiye gittik..İstanbul'daki mekanların ortak sorunu hizmet anlayışlarının umursamaz olması ve içtenliğin fazla olmaması..Şarap iyiydi gerçi ama Pano ve Victor Levinin ortamını bulamadım açıkcası..Çıkışta yediğimiz yağmur da cabası oldu..
Haftasonu: Sabah banliyo trenine binip Bakırköy tarafına gittim..Çocukluğumun geçtiği yerler olması ve bir kaç akrabamın oturması dışında bir özelliği yok benim için..Düzensiz bir kalabalık var..Akşamüstü ise Herbert ile Beşiktaşımızdaki Kazan'da bira içtik..Gönül isterdi ki biradan sonra İnönü'de maç izleyelim ama oradan çıkıp gittiğimiz Arnavutköyde yediğimiz balıklar da güzeldi doğrusu..
Pazar günü öğlen Horatio ile kahvaltı edecek bir yer arıyıp kendimizi Galata'da World House Hostelda bulduk..İlginç bir yer..Hostel olarak konaklamak ilginç olabilir ama kahvaltı için pek tercih edilecek bir yer değil gibi..Akşam ise Bahçelievler'de bir ocakbaşında et pişirirken buldum kendimi..Et yemekten ve içki içmekten sıkılmamı önleyen muhabetin önlenemez hatrıydı sanırım..


Pazartesi yarı şaka yarı ciddi bi şekilde geçti..Havaların hala güzel olduğu (aslında küresel ısınmadan bahsedilirken kötü mü desem)şu günlerde deniz kenarında çay içmek,hem de pazartesi öğle saatlerinde, bir Ankaralı için bulunmaz bir nimet ..

6 günlük gezimi eğlenceli kılan herkese teşekkürler..Keşke İstanbul herkes için aynı huzurda yaşanılır bir yer olabilse...

22 Ocak 2007 Pazartesi

Delik ayakkabı

Düşünceleri yüzünden öldürülen Hrant Dink için duyduğum üzüntü, ayakkabısının altındaki deliği görünce tarif edilmez bir hal aldı. Tadını bildiğiniz acı bir çorbaya bilmediğiniz bir baharat katmışlar gibi. Danıştaya yapılan saldırıda hayatını kaybeden Mustafa Özbilgin'in de ayakkabılarının tabanı iyice aşınmıştı, o zamanda aynı duyguları hissetmiştim.
Fotoğraflara yansıyan delik bir ayakkabı değil, Rolex saat de olabilirdi. Bu üzüntümü ve düşüncelerimi değiştirmezdi. Ama o ayakkabılar, yüreğimi ayrı bir sızlattı.

17 Ocak 2007 Çarşamba

Ürkek Kayak Postu

Gerçekten biraz ürkek bir post çünkü "şekerim geçen kayaktayken.." ekolüne girmekten korkuyorum. Ama madem blogun mantığı heyecan duyduklarımız paylaşmak, geçen haftasonunu yazmadan olmaz .

İlk kez geçen kış tesadüfen tanıştım kayakla. Sağolsun dodo ve bir başka arkadaş kendi zevklerini bir kenara bırakıp bana öğretmeye çalıştılar. Ben de millet 5 yaşında başlıyor, bu yaştan sonra benim kemikler pudra olmuştur, elinizde kalırım demedim girdim olaya. Halbuki burdan da anlaşılacağı üzere ne kış severim ne kar severim. Üşümekten de nefret ederim. Bence kış yazın kıymetini bilelim diye üretilmiş uyduruk bir süreç. Nasıl Yunus Emre düz odun taşıdıysa biz de lahana gibi kat kat giyiniyoruz yazın nimetlerini anlamak için. Ama içimdeki karşı konulamaz aktivite isteği ağır bastı napalım.

Bilen bilir kar sapanı adlı işkenceyle başlıyor kayak macerası. Gayet antikarizmatik görüntüyü bir kenara bırakırsak bacaklarda acısal geri dönüşleri oluyor bu pozisyonun. Ama diğer taraftan bacaklarınızı açarak gayet kontrollü bir şekilde istediğiniz yerden inebiliyorsunuz. Dodo yarım saatlik geniş kayak tecrübemin ardından beni normal piste çıkardığında bu nimeti daha iyi anladım. Zira pistin sonuna geliğimde düşmemek için bacaklarım nadia komanechi tadında yere paralel hale gelmişti. Hepsi güzel hoştu tabi, hele biraz biraz kaymaya başlayınca. Siste pisti kaybedip bolkara girişimi, sonra kayakları sırtlanıp umuda yolculuk gibi kara bata çıka yürüyüşümü anlatmıyorum bile. Neyse bir iki seferden sonra artık zevkle kayar hale gelmiştim ki sezon kapandı.

Hiç böyle bir şey yapacağım aklıma gelmezdi ama bütün yaz karı kışı iple çektim. Ama benim şansıma bu sene kar düşmedi, sezon da nerdeyse 1,5 ay geç açıldı. Zaten çöle düşsem ütü bulurum, voltron olsam d.tü olurum a dostlar.

Hülase-i kelam, sonunda fırsatı yakaladık ve haftasonu Kartalkayaya gittik. Çok neşeli bir ekiple geçen şahane 2 gün oldu. Arabayla (istemsiz de olsa) attığım ters burgulara da bir şey demediler, tiz sesten şarkı söylememe de. En sevindirici olan geçen sene öğrendiklerimi unutmadığımı fark etmekti. Düşe kalka sonra bir daha düşe de olsa artık daha zorlu pistleri keşfediyorum, hatta başkalarına bile yardım ediyorum :)

Asıl zor olan hamlanan kaslarımın acı çığlıkları arasında pazartesi işe gelmekti tabi.

Benim sınırlı kayak tecrübem genelde dorukkaya pistlerinde geçti, gayet profesyonel bir sistemleri var. Bu sene kartal otelin pistlerini denemeye kalktık, damağımızda kekremsi bir köy bakkalı tadı bıraktı :) Eğer benim gibi nerde saklarım onu diye düşünüp kayak almayanlardansanız kartal otelin kiralık kayakları özet olarak olmamış.

Bir de snowboardcuların bir kısmını (aslına bakarsanız TGM hariç hepsini) durdurup boardlarıyla dövesim var. Pistten bir geçtilermi arkada Dandanakan Muhaberesi olmuş gibi delik gedik bırakmalarına mı kızarsınız, yaradana sığınıp son sürat kenardan köşeden üstünüze sıçramalarına mı. Acemiyiz kardeşim, bir parça anlayış :))

Türkiye gerçeğinden kopup, herkes kayak yapsın gibi bir lümpenliğe düşmek değil niyetim. Asıl demek istediğim eğer atalet veya korku yüzünden uzak duruyorsanız kayaktan saçmalayın da gelin kayalım.

11 Ocak 2007 Perşembe

Ankaranın Lezzetleri-1

Bir Ankaralı için şehrin vazgeçilmezlerinden biri de Aspava..Tunalı-Esat civarında çalışıp da öğlen orda yemek yememek olmaz...Gerçi müdavimleri orayı genelde gece eğlencelerinden sonra tercih ediyolar ama öğlen de ayrı bir havası oluyo..Hemen hatırlatıyım Esat Caddesinde sıralanmış Aspavalardan ziyade Hassas'ın yanındaki Meşhur Aspava benim bahsettiğim ve gittiğim..Hassas nedir diye soran olursa Hassas Bölgeleri Koruma Amirliği, onu da yeni öğrendim..
Aspavada ne yenir,tabii ki soslu, soğanlı dürüm yenir..Ben "aman öğleden sonra ağzım kokmasın" dediğim için soğansız yedim bu sefer.. Dürümlerden önce masaya gelen cacık,salata ve patates kızartması mekanın vazgeçilmezi..Bi de tabii yemeklerden sonra garsonların ikramı "Kırmızı Marlboro"..Sigara içmeseniz de o leziz dürümlerin üstüne bi tane yakmak geçiyo içinizden..
Buranın en sevdiğim özelliklerinden birisi de, kebap salonu klişelerinin kralı, duvarlarında orda yemek yiyen ünlülerin fotoğraflarından olmaması..Sadece Türkiyenin en iyi 10 dürümcüsünden biri olduklarını gösteren gazete küpürü gözüme çarptı..
İşyerine döndüğümde, göz kapaklarım öğleden sonrayı nasıl uyumadan geçiririm düşüncesine hükmetmemeye başlamıştı...

Modern hastaliklar

Geçen pazar Radikal 2'de aşağıdaki yazıyı okudum.
 
İMDAT!
Her şeyi ama her şeyi gösteriyoruz. Pişirdiğimiz yemekleri, büyüttüğümüz çocukları, dizdiğimiz boncukları, karımızı, kocamızı, sevgilimizi, yediğimizi, içtiğimizi, gezdiğimizi, eğlencelerimizi, dostluklarımızı, kutlamalarımızı, düşündüklerimizi, isteklerimizi, arzularımızı, hayalkırıklıklarımızı... Her şeyi ama her şeyi... Herkesin elinde kendi isteğiyle edindiği bir büyük birader gözü, sadece kendimizi gözetlemekle kalmıyor, başkalarının da bizi gözetlemesini istiyoruz. Üstelik, göstermek istediklerimizi, başka gözlerin onları görmesini istediğimiz bir biçimde üzerinde oynadıktan sonra piyasaya sunuyoruz. Başka bir deyişle, başkalarının beğenisini önceden hesaplıyor, ona göre kelimeleri, görüntüleri ve sesleri seçiyoruz. Merak ediyorum da, eskiden de insanlar gözetlemeye ve gözetlenmeye bu kadar hevesli miydi? Birkaç yüzyıl evvel dijital kameralar yahut webloglar yoktu, evet. Fakat buna benzer bir gösteri mekanizması orta sınıf hayatına bu denli hakim olmuş muydu hiç? Kafamda pek çok soru var. Neyi göstermeye çalışıyoruz? Neyi kanıtlamaya çalışıyoruz? Salt "bildiklerimi ve yaptıklarımı paylaşmak istiyorum" naifliğiyle açıklanamaz bu durum. Saf ve iyi niyetli bir paylaşma isteği ile karşı karşıya filan değiliz, hayır. Basbayağı birbirimize zarar veriyoruz. Nasıl mı? Başkalarının sahip olduklarını gördükçe, başka arzuları kendi arzularımızmış gibi algılıyoruz. Kendi isteklerimiz ve arzularımız bizim olmaktan çıkıyor, samimiyet pusulamız bozuluyor. Böyle bir yanılsamanın içinde gerçekdışılığa doğru sürükleniyoruz. Tercümesi: Beklentilerimiz, isteklerimiz, hedeflerimiz, yaptığımız işle ilgili düşündüklerimiz... Hiçbiri aslında bize ait değil.
Tüm bunların farkındayım ama yazmaktan ve eleştirdiğim şeyi yapmaktan gene de kendimi alamıyorum. Neden? Göstere gözetleye içine düştüğümüz toplu sapıklık halini normalmiş gibi algılıyoruz da ondan. Tüm bunların üstüne Time dergisi "Yılın adamı: Sensin!" diye kapak yapıyor. Gördüğüm zaman şaşırmadım aslında. Öyle ya, en çok değer kazanan şirketleri bir düşünsenize: Google, Youtube, Facebook... İnsanların bilgisayar başına geçtiği vakit hayali bir hayran kitlesine hitap ettiğini sanarak egosunu hasta ettiği, kendini sanal bir dünyanın yegane yıldızı olarak hissetmesini sağlayan sunucular bunlar. Anlaşılan yatırımcıların çoğu insan psikolojisini iyi biliyor. Yeni zayıf noktalar keşfedildikçe (ve hatta icat edildikçe) buna uygun projeler üreten şirketlere oluk oluk sermaye desteği akıtıyorlar. Slovay Zizek sinemanın insanlara nasıl arzu duymaları gerektiğini dikte ettiğini iddia ediyor haklı olarak. Artık orta sınıf sadece sinema aracılığı ile değil birbirlerinin hayatını gözetleyerek ve kendi hayatlarını afişe ederek, arzu duyma mekanizmalarının iradesini bu şirketlerin eline çoktan emanet etmiş durumda. Asıl ironi, gerçekdışılıktan doğan "yeni gerçek" olguların giderek hakimiyeti ele geçirmesi şeklinde tezahür ediyor. Söz konusu hastalıklı haller giderek günlük ilişkilerimizin her boyutuna ince ince sızıyor. Üstelik gitgide artan bir biçimde. Açıkası bu yeni sapıklığın "neo-gerçeklik" haline dönüşüyor olmasından çok endişe ediyorum. Midemde bir el yumruk olmuş sürekli beni içeriden dürtüklüyor. Galiba topluca çok fena bir kabus görüyoruz: Uyanmak istiyorum! FULYA APAYDIN: Brown Üni.
 
Bu yazıyı okuduktan sonra "Acaba blog yazmak bir teşhircilik mi? Hayali hayran kitlesine hitap mı ediliyor? Teşhircilik insanların zevk aldığı bir şey mi? Bütün bunlar hastalık sayılır mı?" gibi sorular üzerine kafa yorarken bugün Milliyet'te çıkan şu haberle ve referans gösterdiği New Scientist yazısıyla konunun sadece bloglarla sınırlı olmadığını farkettim.
 
Blog streaking Revealing secrets or personal information online, which for everybody's sake would be best kept private
Crackberry The curse of the modern executive, not being able to stop checking your BlackBerry even at you grandmother's funeral
Cyberchondria A headache and a particular rash at the same time? Extensive online research tells you it must be cancer
Egosurfing When "just checking" gets out of control
Infornography You're beyond being a healthy "infovore": acquiring and sharing information has become an addiction for you
You Tube narcissism Not even your closest family want to see hours of your holiday videos
Google-stalking Snooping online on old friends, colleagues or first dates
MySpace impersonation Many of us pretend to be someone we're not when we are online, but some will pretend to be a well-known figure
Powerpointlessness One too many flashy slides
Photolurking Flicking through a photo album of someone you've never met
Wikipediholism Excessive devotion to a certain online collaborative encyclopedia.
 
Evet, bu modern hastalıklardan sizde hangileri var?

8 Ocak 2007 Pazartesi

Prag Yolcularına İpuçları


Bilgisayarın başına oturana kadar aklımdan geçenler başkaydı ama boş word sayfası insanı yolundan çeviriyor. Klasik bir oraya gidin, burayı da görün, şunu yemezseniz ölümü görün yazısı yazmak gelmedi içimden. Ben de Horatio ya yolda sorduğum “Bu kadar şey öğrendik hepsi boşa mı gidecek” sorusunun cevabı olarak Prag’da gezerken öğrendiğimiz küçük ipuçlarını yazayım, gideceklere karınca kararınca bir katkımız osun dedim. Gitmeyecek olanlar siz de okuyun o kadar uğraştım, ayıp denen bir şey var.

- Kitap: Piyasada Prag’la ilgili birkaç kitap var. Biz Dost yayınlarından Cartoville Haritalı Rehberini çok kullanışlı bulduk. Bölgelere ayrılmış detaylı sokak haritaları ve o bölgedeki görülecek yerler barlar ve restoranlarla ilgili bilgileri gayet faydalı. Bizim her noktada can simidimiz oldu. Ama görülecek yerlerin içeriğiyle ilgili detaylı bilgi yok. Bunun için ikinci bir kitap bulundurmakta fayda var. Yine Dost yayınlarından olan beyaz kapaklı Prag kitabını kullandık ama çok başarılı değildi. İngilizce’niz iyiyse oradan daha ucuza daha detaylı kitaplar alabilirsiniz.

- Ulaşım: Prag’ın yerel halkı 1,5 milyon kadar. Yani İstanbul’un yanında orta halli bir kasaba kadar kalır diyebiliriz. Buna rağmen toplu taşım sistemi İstanbul’unkini döver, yerden yere vurur, sıtkını sıyırır, daha nasıl abartsam bilemedim. Otobüs, metro ve tramvaydan oluşan kutsal üçlemeyle şehrin her yerine rahatlıkla ulaşabiliyorsunuz. Tek sıkıntı yılda bu kadar turist çekiyor olmalarına rağmen ulaşım sisteminin herhangi bir yerinde İngilizce tabela olmaması. Başta biraz kafa karıştırıcı olmakla birlikte istediğiniz yere gitmek için gideceğiniz durağın adını bilmeniz yeterli. Sistem o kadar basit ki biz ilk günden itibaren hiç şaşırmadan 3 vasıta değiştirerek istediğimiz mekana ulaşma konusunda sıkıntı çekmedik. Bahsettiğim kitapta detaylı bir ulaşım haritası var, hangileri arasında aktarma yapacağını görmek açısından faideli. Bütün sistem için aynı bilet geçerli ve fiyatı 20 Krona (para meselesini sonra açıklayacağım). Taşıtlara binerken sarı cihazlara okutup biletinizi öyle biniyorsunuz ama kimse bunu kontrol etmiyor, yani tamamen vicdanınıza kalmış bir durum. Diğer taraftan sivil giyimli memurların zaman zaman baskın tadında kontroller yaptığı ve bileti olmayanlara 300 Krona ceza yazdığını duyduk ama 5 gün boyunca bize hiç kimse bir şey sormadı. Bir kere kullandığınız bilet 1,5 saat kadar geçerli, bu sürede istediğiniz kadar taşıta binip inebilirsiniz. Biz 3 gün geçerli olan turist biletlerinden aldık (220 Krona). Bunları o sarı cihazlara okutmanızdan itibaren 3 gün istediğiniz vasıtaya binebiliyorsunuz. Herkese de tavsiye ederim çünkü şehri gezerken o kadar sık kullanıyorsunuz ki verdiğiniz parayı kat kat çıkarıyorsunuz. Alışık olmadığımız şekilde otobüse binecekler ineceklere yol veriyor, ayağınızı yola attığınız andan bütün arabalar durup size yol veriyor. Ama bu duruma fazla alışmayın ben dönüşte beşiktaş meydanında nasıl olsa durur dediğim bir otomobille nerdeyse bayramlaşıyordum. Tek sıkıntı gece 12 de toplu taşımın balkabağına dönmesi.

Paşa babam beni metro köşelerinde sürüneyim diye büyütmedi diyenlerdenseniz taksi de geçerli bir yöntem. Ama şoförlerin çoğu İngilizce bilmiyor ve gideceğiniz yerin adresini göstermek veya harita üzerinde tarzancanızı konuşturmanız gerekiyor. Bir de istediğiniz yere Budapeşte üzerinden gitmek ve amiyane tabiriyle söğüşlenmek gayet mümkün. Bu yüzden oldukça büyük bir şirket olan AAA’nın taksilerini tercih etmekte fayda var. Arka kapılarında açıkça AAA yazıyor: Eğer bulamazsanız da cep telefonunuzdan 14014 ü arayıp yerinizi bildirdiğinizde aniden damlayıveriyorlar.

- Yemek: Herkes Prag’da aç kaldığından, yemekleri beğenmeyip açlıktan midesinin sırtına yapıştığını anlatıyor ama biz gayet güzel yemekler yedik. Garsonların çoğu İngilizce biliyor, derdinizi anlıyor. Ama aynı garsonlar tabakları kafanıza atar gibi bırakabiliyor, kaşık çatalı ortaya bırakıp dağıtmadan gidiyor. Bunlar çeklerin standart halleri sükunetiniz korumaya çalışın. Ben başta havaalanındaki check-in görevlisi olmak üzere birkaçına ıslak meşe sopasıyla sağlı sollu saygı öğretmek istedim ama kendimi tuttum, uluslararası bir krizi önlemek adına size de bunu tavsiye ederim. Diğer taraftan çok renkli kişiliklerle tanışabiliyorsunuz. “Erkek” olduğu halde kendine waitress demekte ısrar eden ve manik derecede neşeliyken balataları tamamen sıyırıp katil bebek Chucky’e dönüşen sevimli garsonumuz gibi. Enteresan bir durum, menüde istediğiniz yemeğin yanında yazan garnitürler yemekle gelmiyor, onları isterseniz ayrıca söyleyip ücret ödemeniz lazım. Yani sadece şinitzel derseniz tabakta yalnız başına oturan bir şinitzeliniz oluyor. Fiyatlar gerçekten ucuz, özellikle de alkol. Bira ve birahaneler her yerde var ve bazı noktalarda fiyatı sudan ucuz (lafın gelişi değil bazı yerlerde cidden su biradan pahalıydı). Gayet şık mekanlarda bile 7-8 YTL’ye mojito içmek mümkün. Çek cumhuriyeti zaten pilsener biranın doğuş yeri olduğu için çeşit çeşit ve çok lezzetli biralar bulmak mümkün ama ilginç bir şekilde her restoranda sadece bir marka bira var. Bir de her yerde, her köşe başında sıcak şarap satan birileri var. Soğuğun etkisiyle cazip gelse de (bakınız: AAA ile ilgili resim) hiçbirini tadı şahane değil. Domuz eti gayet yaygın, bu konuda bir hassasiyetiniz varsa garsona söyleyin veya tavuk tercih edin. Zaten bu sebepten Prag’da bolca bulunan Kentucky Fried Chicken’larin tamamı Türk toplama kampı gibi. Hatta bir noktadan sonra bütün KFC toplanıp bir başkadır benim memleketimi söyleyecek gibi hissediyor insan. Benim tavsiyem sokakları dolaşın ve menüsünü beğendiğiniz bir yeri ( her lokantanın kapısında var) deneyin. Biz çok güzel yerler bulup leziz yemekler yedik.

-Müzik: Biraz saçma bir başlık gibi görünse de belirtmeden geçemedim. Manastırlarda çok güzel klasik müzik konserleri düzenleniyor, mutlaka gidin ama ısıtmalı olanları tercih edin zira kiliselerin için alaska tadında. Ayrıca çok başarılı (ve uygun fiyatlı) caz klüpleri var.
Ama bunlar dışında genel müzik zevki berbat. Yılbaşı gecesi kitlelerin eğlendiği meydanda çalan abuk eurotrash şarkılara alkolun etkisiyle bir şey demesek de grup “Şimdi David Hasselhoff’dan bir şarkı çalıcağız” diyince olay yerinden koşarak uzaklaştık. Ancak gittiğimiz yerde de Kylie den I Should Be So Lucky çalıyordu. Pek çok mekanda da benzer müzikler duyduk, hazır olun.

- Görülecek yerler: Baştan kabul edin tamamını görmek gibi bir şansınız yok. Planlı çalışın harita üstünden bir program çıkarın ve buna mümkün olduğunca uyun. Zaten bir yerden sonra kubbeye, gotiğe, baroğa doygunluk başlıyor çünkü hangi köşeyi dönseniz bir katedral bir heykel, e yeter diye haykırası geliyor insanın. Adamlar bunu da 4 duvar bir çatı yapalım olsun dememişler hepsinde bir detay bir sanat. Bir noktadan sonra marjinal ilginçliği azalıyor. Zaten Çekler de her yerde katedral görmekten sıkılmış olsa gerek, %60 ı ateistmiş. Bu yüzden planınıza eşit aralıklarla işkence müzesi, komünizm müzesi (Mcdonalds’ın üstüne bilerek mi kurmuşlar bilmiyorum ama başarılı bir gönderme olmuş) ve seks müzesi (her ne kadar sado mazo kısmında Horationun suratı şekilden şekle girse de) gibi alternatifleri eklemenizi tavsiye ederim. 22 numaralı tramvay da şehirdeki önemli yerlerin çoğunun önünden geçmesi açısından mühim. Ama kişi binmeyi bildiği gibi inmeyi de bilmeli. Biz nasıl olsa devam ediyor diye inmeyince kendimizi Prag’ın banliyölerinin birinde Taylandlı bakkaldan aldığımız yerel çikolataları yiyip ıssız bir durakta titreyerek tramvay beklerken bulduk. Bir de yeri gelmişken, nasıl bizde bütün midyeciler Mardinliyse burada da bütün bakkallar Taylandlı.

-Para: Avrupa birliği üyesi olsa da henüz Euroya geçilmemiş Krona kullanılıyor. 1 dolar yaklaşık 20 krona ediyor. Ama döviz bozdururken çok dikkat edilmeli, standart bir kur yok ve burada ayak üstü adamı kazıklıyoruz demek yerine komisyon alıyoruz demeyi tercih ediyorlar. O yüzden hemen her köşedeki bürolardan döviz bozdururken oranı değil vereceğiniz döviz karşılığı ne kadar krona alacağınızı sorun. Biz en iyi oranları Old Towndan Charles köprüsüne giderken karşınıza çıkan küçük Franz Kafka meydanındaki büroda bulduk ama onlar da mesai saati dışında kapalı ve 150€/$ altına işlem yapmıyorlar. Kredi kartına fazla güvenmeyin çünkü inanılmaz bir şekilde çoğu yerde geçmiyor.

- Çekçe: çok saçma bir dil. Aklımda kalan kelimeler ahoy: merhaba, zdarma: bedava, akce: indirim, tam: itmek , sem: çekmek (kapılardan aklımda kalan)

-Çek kızları: her köşe başı 3 tane Eva Herzigova var beklentisindeyseniz şöyle kenara bırakın çünkü o kadar değil. Bunu söyleyenler büyük ihtimalle Prag'ı dolduran Rus turistlerle karıştırmış olabilir. Genel olarak Slav kanı etkisiyle güzel bir ırk itiraf etmeli. Ama fazla beklentiye girmemeli.

Aklıma gelenler bunlar. Prag cidden güzel bir şehir, mutlaka görülmeli gezilmeli. Hatta bir süre sonra tekrar görmek isterim. Ama her yerde gözünüze sokulan rüya şehir, cennetin yere düşmüşü gibi gazlara gelmeyin, hayal kırıklığı olabilir.

7 Ocak 2007 Pazar

Not that there's anything wrong with that

Az önce bir gazetecinin Jerry ile George'un homoseksüel olduğunu düşünmesiyle gelişen olayların anlatıldığı "The Outing" bölümünü kimbilir kaçıncı kere seyrettim. Kaç keredir seyredip de farketmediğim ancak açık seçik ortada olan ayrıntıya çok güldüm. Oğlunun homoseksüel olduğunu öğrenen Estelle Costanza tuvalletten düşüp belini incitir, George da hastaneye ziyarete gider. İşte bu sahne aynı sezondaki "The Contest" bölümündeki hastane sahnesinin benzeri. O bölümde oğlunu "treating his body like an amusment park" halinde gören Bayan Costanza bayılıp belini incitmişti. Hastaneye annesini ziyarete giden George, annesiyle ilgilenmek yerinde onunla aynı odada kalan güzel hasta ve ona sünger banyosu yaptıran muhteşem hemşireyle ilgilenmişti. "The Outing"te ise Bayan Costanza ile aynı odadada kalan yakışıklı hastayla ona sünger banyosu yaptıran yakışıklı erkek hemşireyi izledik. Üstelik hastayla hemşire arasındaki diyaloglar her iki bölümde de tamamen aynı!
O bölümden bir parça izlemek isterseniz...

Aklıma Takılanlar

1-Christopher Nolan'ın The Prestige filminde Nikola Tesla'yı canlandıran kişinin David Bowie olduğunu filmi izlediğimin ertesi günü internetten yorumları okurken farkettim ve kendimden utandım..
2-Şu anda evde hiçbiri benim olmayan 3 tane laptop var..Bu yazıyı ise bizim emektar masa üstü bilgisayarda yazıyorum..Hırsızlara ve işverenime duyurulur..
3-Beynelmilel kelimesinin ne anlama geldiğini yeni öğrendim..Böyle mi yazılıyo ondan bile emin değilim
4-Araba kullanmaya yeni başladım sayılır ve bu yüzden trafik kurallarına uymaya çalışıyorum..İçki içmeyi özledim..
5-Bu maddeye yazacak birşey bulmak için 20 dakikadır uykumdan feragat ediyorum..Gerçek bir blogger olma yolunda hızla ilerliyorum..

6 Ocak 2007 Cumartesi

Rakı adabı

Üniversitedeyken bazen Kızılay Yeni Sahne'nin üstündeki Ormancılar Lokali'ne giderdik kafaları çekmeye. Hem lezzetli hem hesaplı hem merkeziydi. Hala durur mu bilmem. Bir gün orada yemek yiyip rakı içerken yan masada tek başına yavaş yavaş demlenen yaşlıca bir abiyi fark ettik. Ara sıra bize bakıp kafasını sallıyordu. Herhalde kafayı buldu diye düşündük. Bir süre sonra abi tuvalete kalkarken "Özür dilerim gençler" diyerek masamıza bir peçete bıraktı ve gitti. Şaşkınlıkla peçeteyi aldık, içine bir not yazmıştı.

"Gençler, rakı hiçbir zaman tıka basa yemek yiyerek içilmez. Rakı, mezeler eşliğinde ağır ağır içilir, keyfi çıkartılır. Size tavsiyem rakıyı öyle içmenizdir."


Abi döndüğünde masamıza eğilip "Kusura bakmayın, sizi görünce dayanamadım, naçizane tavsiyemdir" dedi. O günden beri rakı içerken hep meze tercih ederim, ille yemek yenecekse de hafif bir şeyler yerim.

5 Ocak 2007 Cuma

Geçip Giden huuu

2007 de geldi..bir zamanlar yaşımız sorulduğunda doğdumuz seneyi bir kabul eder öyle söylerdik..şimdi ise sıfırdan başlıyoruz..babamla hep tartışmışımdır bu mevzuyu .."ne 17'si daha 16'ya yeni girdin...eylülde 14 biticek oğlum" gibisinden..belli bi zamandan sonra yaşın önemi olmuyormuş demek..25 ile 26 arasında 17 ile 18 arasındaki kadar ciddi bir fark yok benim açımdan..

2006 gidilen yeni yerler ve hayatıma giren çıkan bir kaç yeni insan dışında çok fazla bişey getirmedi aslında..Bazı duyguların yoğun yaşandığı, eskiye nazaran herşeyin daha hızlı tüketildiği, melankolinin ve ataletin arttığı, herşeyin daha çok birbirine benzemeye başladığı, az da olsa yeni şeylerin tecrübe edildiği bir yıl oldu benim için..Geçen senelerin aksine yeni yıl için aklımda şunu şunu yapmayalım diye bir şey yok..Herşeyin ani gelişmesini ve emprovize yaşamayı daha çok terch ediyorum..

Bu arada 30 aralık tarihli milliyetteki can dündarın yazısını bi ara okuyun..benden esinlenmiş galiba:)

4 Ocak 2007 Perşembe

Trdlo!

Prag sokaklarında dolaşırken, Eski Kent Meydanında (Staromestske namesti) iştah açıcı bir koku geldi burnumuza. Acıkmıştık, hemen kaynağı bulduk. Silindir görünümlü bir hamur tatlısıydı bizi kendisine çeken: Trdlo. Geleneksel Çek tatlısıymış. Hamuru ince uzun bir şekilde yoğurduktan sonra, metal boruya sarıyorlar ve ateşte pişiriyorlar. Sıcak sıcak şeker, vanilya ve fındığa buluyorlar. Biraz soğuduktan sonra peçeteyle servis yapıyorlar.

Yılbaşı zamanı olmasından mıdır bilinmez, ama çok uzun bir sıra vardı Trdlocunun önünde. Buna rağmen bekledik ve Trdlonun tadına baktık. Beklediğimize değdi, hele o açlıkla.

Of be, Trdlo olsa da yesek!

While we were hanging around Prague streets, an appetizing fragrance reached our noses at Old Town Square. Being hungry, we found out the source. It was a cylinder-looking pastry that pulled us: Trdlo. A traditional Czech pastry. The dough is wrapped around a steel pipe and baked over flames. While hot, it is rolled in sugar, vanilla and hazelnut. After a while, it is served with a napkin.

Whether it is because of Christmas time or not, there is a looong queue on Trdlo shop. Though, we waited and tasted Trdlo. It's worth, especially with that hunger.

I wish here a Trdlo to eat!

1 Ocak 2007 Pazartesi

Prag - Yeni Yıl

Bu yaziyi Prag'taki Aramis Otelden gonderiyorum. Televizyonda tek ingilizce kanal olan CNN acik, Larry King Seda Sayan'i aratmayacak sekilde geyik bir program yapiyor.


Yeni yili Herbert'le beraber Prag eski kent meydaninda karsiladik. Dekorda devasa ve muhtesem Tyn Kilisesi, astronomik saat, christmas markt, Cek muzisyenlerin ciktigi sahne ve kocaman bir yilbasi agaci. Meydanda inanilmaz bir kalabalik, adim atacak yer yok. Kalabaligin cogunlugu turist. Herkesin elinde icki, genellikle de sampanya. Biz de sampanya icmeye karar verdik ve ara sokaklardan birindeki tekel bufesinden (tabak) iki sise sampanya aldik. Meydana geri dondugumuzde havai fisek gosterileri baslamisti, sonradan farkettik ki bunlar duzenli gosteriler degil cunku eline havai fisek alan gokyuzune gonderiyor. Biraz cekindik ama neyse ki bir kaza olmadi. Yeni yila dakikalar kala sampanyalarimizi patlatacak uygun bir yer bulduk, bu arada havaifiseklerin sayisi iyice artti. Ozellikle astronomik saatin kule kulahinin yaninda patlayanlar muhtesem goruntuler olusturuyordu. Yeni yilin ilk saniyesi ile beraber sampanyalarimizi patlattik ve birbirimize mutlu yillar diledik. Kalabalik cosmustu.